Sokaklarında yapayalnız gezdiğim koskoca bir şehir var önümde. Eskiden; her defasında büyük hayallerle memleketime gider, her dönüş yolculuğumda türlü türlü hayallerle dönerdim. Uzun zamandır seyahat etmiyorum. Galiba benim kürkçü dükkânım Ankara oldu. Burada yaşamaya alıştım.
İnsanlar yaşamı süresince beraber olduğu insanlar hayatında varken hissettikleri duyguları o insanlar hayatından çıkıp gittikten sonra bir daha hissedemezmiş. Birileri hayatınızdan çıkıyor; ne bileyim bir arkadaşınız, sevgiliniz veya bir yakınınız, yokluğuna bir şekilde alışıyorsunuz. Yaradan bu gücü veriyor bize. Ben de bu durumu kabulleniyorum. Biliyorum ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Memleket sevdası da öyle, tıpkı hayatımdan çıkıp giden insanlar gibi. Hiçbir zaman memleketimi orada yaşadığım zamanlardaki gibi hissedemeyeceğim biliyorum. Oysa öyle hissedebilmeyi ne kadar da çok özlüyorum…
Kimse kalmadı geçmiş hayatımdan, herkes gitti. Bir başıma kaldım Ankara’da. Yaz tatillerinde burada vakit geçirmek zor oluyor. Memlekette olsam ne güzel olurdu ancak memlekete de gidemiyorum artık. Baktım dönemiyorum ben de kendime küçük bir Mut yaratayım dedim Ankara’da.
Canım Çınaraltına mı gitmek istiyor; hemen kurtuluş parkına gidiyordum. Bir çay söylüyorum ve saatlerce oturuyorum devasa ağaçların altında. Ankara Kalesi’ne gidiyorum çoğu zaman. Ankara’nın ayaklarımın altında olduğu manzara da otururken kendimi yaylada Darısekisi’nin üst tarafından Mut’u izliyor gibi hissediyorum. Ne yapsam bir şeyler eksik kalıyor. Mut’ta olupta Ankara’da bulamadığım bir şey var. Uzunca bir süre düşündüm bunun ne olduğunu. Sonra buldum sorunun cevabını.
Bozkıra bakarken kıvrım kıvrım süzülen yolları arıyor gözlerim. Buradaki ağaçlar bir değişik geliyor gözüme. Çocukluğumdaki, gece karaltısından korktuğum ardıç ağaçları yok. Maki bitkilerini arıyor gözlerim. Sakız tipi bitkileri arıyor. Kocaman olmuş piynar ağaçlarını görmek istiyor gözlerim. Toprak üzerinde kurumuş ve kırılmış ağaç köklerini çıkarmak ve koklamak istiyorum çoğu zaman. Üzerine atladığımda dikenlerinin batacağını bilsem bile piynarların ortasına atasım geliyor kendimi.
Ankara Gölbaşı’nda göl kenarında yürüyüş yapıyorum bazen, bu bana çok iyi geliyor. Bir eksiklik var, çözemediğim bir eksiklik. Gölbaşı’nın yüksek noktalarından göl manzarasına bakıyorum, olmuyor. Aynı duyguları hissedemiyorum. Yeşil aynı yeşil değil, bir kere su aynı renkte değil. Neden bazı şeyleri çok özlüyorum ve memleketi düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum şimdi daha iyi anlıyorum.
Mut’taki göletlerin ve Göksu’nun rengi turkuaz, sebebi ne biliyor musunuz? Bu renk doğadaki serpantin ana kayasının, suyun rengini boyamasından kaynaklanmaktadır. Yani dağlarda biriken kar suları akarken bu kayalardaki boyaları alarak nehre taşıyor. Bunun sonucunda da nehrin rengi serpantin kayasındaki turkuaz rengini alıyor. Bu durum sadece Göksu Deltası’nda oluyor. Boş yere araştırmayın, ben çok araştırdım. Türkiye’de turkuaz akan tek nehir Göksu Nehri’dir ve ona uzun süre bakarsanız kendinizi bu manzaraya bakmaktan alıkoyamazsınız ve Göksu’ya âşık olursunuz.
Siz her gün gördüğünüz için size bu normal gelebilir ve belki de beni anlamayabilirsiniz. Gurbetten gelipte gökyüzündeki ışıkların turkuaz renkli göletlere ve ırmağa vururken insana hissettirdiklerini veren başka bir yer var mı ki? Nasıl bir memlekette yaşadığının herkes farkında mı?
Devam edecek…