Taş Ustası HASAN SAYTAŞOĞLU
İki ay önce karısı ölmüştü, duymuştum. Ama başsağlığına gidememiştim daha. O da taş ustasıydı, onun mesleği de elinden gidiyordu. Söyleşi yapacağım üç kişiden birisi de o olsun istedim. Hem de başsağlığı dilerdim.
Evine ilk kez varıyordum…
Yalnızdı, kulakları az duyuyordu, gözleri az görüyordu, incecik vücudu daha da incelmişti, hele karısının ölümüyle daha da çökmüştü, unutkanlığı artmıştı…
Anlaşılan işim zordu. Soruları bağırarak soruyordum.
“Hasan Emmi, kendini tanıtır mısın bize ? “
“Aslında Ermenekliyim ben. Çiftçiydik eskiden. Dağda taşta, yaylada sahilde tarlalarımız vardı. Sığır güttüreceğim diye babam beni okula göndermedi. Bir nüfus müdürü vardı o zaman Ermenek’te. Odun kütüğünün birisini yaramamış adam. Babam da iriyarı, güçlü birisiydi. Soytarı Deli Memet derlerdi. Yarıverdi o kütüğü. Ben de yanlarındaydım. O zaman okula mektep denirdi. Cuma günleri okula gidilmezdi. “Mektebe gidiyon mu’ diye sordu bana. ‘Yoo’ dedim bende. ‘Niye gitmiyon?’ ‘Babam göndermiyor.’ Bu sefer babama döndü: ‘Senin gibi o da mı cahil kalsın?’ ‘Yaşı büyük.’ ‘Ben küçültürüm.’
Velhasıl, benim yaşımı dört yaş küçülttü o müdür; 24’lüydüm, 27’li oldum. Böylece de okula gittim; yazmayı çizmeyi öğrendim, insan kılığına girdim, kitap gazete okudum…
Çocuk yaşlarımda anam öldü, analık eline düştüm. Babamın başı beyni döndü. Sıkıntı çok, geçim zor. Evde rahatım yok. Analığımla aram mayhoşu. Damarımızda soytarılık var ya, dayanamadım bir gün, yapıştırdım bir iki tekme tokat. Jandarma beni arıyor. Ne günler bee!.. Sür Karaman’a geldim. Orada bir akrabamız var, bir yıl yanlarında kaldım. Bir bulgurhanede çalıştım. Baktım olmayacak geri döndüm. 12 yaşlarındayım. Ermenek’te iş yok güç yok. Birçok insan Mut’a çalışmaya geliyor. Ben de geldim onlarla.
Henüz ameleliğe gücüm yetmiyor. Askılı iki tenekeyle Kalepınarı’ndan, kahvelere su çekmeye başladım. Taş hanın altında helvacı dükkânı var, 8 lira aylıkla bir yıl orda çalıştım. Sonra Dağpazarı Köyüne gidip kalaycı çıraklığı yaptım. Arkasından Gozlar’a indim. Her evin bir ineği vardı o zaman. Kırk inek. Sığır başı beş kuruşa, Gozlar’da sığır çobanı oldum. Birer de bazlama verirlerdi. O bazlamaları da bir tahtacıya sattım. Bitten geçilmezdi o devirde, ateş yakıp sırtımı kaynattım. Yeniden Ermenek’e gittim. Babam beni analığımın babasına çiftçi olarak verdi. Babamla bozuştum. Analığımla bir olup beni dışladılar. Baktım taydaşlarım askere gidiyor, koştum şubeye. Dedim böyle böyle. Beni doktora gönderdiler. Bu sefer de yaşımı dört yaş büyüttüler. Hemen askere gittim. Daha neler neler…”
“Sen Mut’un ünlü bir taş ustasısın. Nasıl başladın bu işe?”
“Bu heves bende çoaıkluğumda başladı. Dağda sığır güderken ufak ufak taşlarla duvarlar, evler, köprüler yapardım. Çavşır kazıkları da halatlar, hatıllar olurdu. Yaptıklarımı görenler de, ‘Bizim Hasan buralarda sığır gütmüş’ derlerdi. İlgim var ya, Karaman’da çalışırken Alman bir mühendis vardı, binayı gönyeye almayı ondan öğrendim ben. Sonra Mut’ta bir ustanın yanında çalışmaya başladım. Kireç, çimento yok. Harç çamurdan. Bir ev yapıyoruz; köşe bağlanacak, pencere konacak. Usta çarşıya gitti, yok. Köşeyi bağladım, pencereyi koydum. Az sonra usta çıkageldi, ‘Ben sana yapı yap mı dedim’ diye bağırarak. Arkasından da bir baktı duvara, ‘Sen nerden öğrendin bunu be?’ dedi. ‘Çok hevesliyim ben buna’ dedim. Beni yanından hiç ayırmadı gayri. Dikicinin Memet derlerdi kendisine.
Giderek işi iyice kavradım. Bir iki yıl sonra da iyi bir usta oldum. Sermavesi yok bizim işin. Bir çekiç, bir mala, bir çekül, biraz da ip. lazım taklavanın hepsi bu. Kendi işimi kendim yapmaya başladım.”
“Peki Mut’ta yaptığın binalardan örnekler verebilir misin bize?”
“Giderek Mut’un bir numaralı ustası oldum ben. Hatta adımı “Güçcük Usta” koydular. Çok meraklıydım dedim ya. Merak olmazsa zaten hiçbir iş olmaz. Çekicin sapını taştan yaparım bak, ama ağaçtan yapamam. Sıraya girerdi millet, ‘Ne usta bee’ derlerdi. Hangi birini sayayım ki. Şubeden emekli Necati Beyin, Hüsnü Oskay’ın, Şevki Tarsus’un, Ahmet Alper’in, Ahmet Pakcan’ın, Kahveci Rıza’nın, Küçük Demircinin, Demirci Mehmet’in… En az elli. Aklıma gelmiyor ki. Fırınlar yaptım. Birçok köy okulu, okul lojmanı yaptım. Yine hastanenin, Kaymakamlık binasının ve Gazi Okulunun taş duvarlarını da ben yaptım.”
“Ermenek’te üç katlı çok taş bina gördüm ben. Ama burada hiç yok. Hiç yaptıran olmadı mı sana?”
“Kale Mahallesi’nde oturan bir İbiş vardı, bir tek o yaptırdı. Başka anımsamıyorum. Burada olsun, Ermenek’te olsun, üstüme usta yoktu. Taraklı taş çekiçleri vardı, taşları onlarla yollardım. Yaptığım köşelerin uzunluğu 50, alınları 25 santim olurdu. Duvara koyduğum zaman iki taraf da 25 gelirdi. Duvarın eni 50 santimdi. Zor bir meslek bu. Beden gücü gerektirir. Kaba gibi gözükse de çok incelikleri var.”
“Eski taş ustaları kimlerdi Mut’ta ? ”
“Kamil Usta, Fetullah Usta, Gani Usta. Aklıma bunlar geliyor. Kimisini unuttum.
Senin yapını koyduğun taşlardan biliriz’ derlerdi bana. Şimdi 87 yaşındayım.”
“Peki bu ‘Soytarılık’ nerden geldi Hasan Emmi?”
“Dedemden, babamdan… Kökümüze Soytarıoğulları derlermiş bizim.”
“Yeni taş ustası yetişmiyor, bunu neye bağlıyorsun?”
“Betona, tuğlaya… Dönem beton devri. Taş ustalığı da zordu zaten. Ama bizim işimizde daha çok emek vardı.”
“Yaptığın bir binanın yanından geçerken neler hissedersin ?”
“Çekicimle ellerim aklıma gelir. Ama geçemez oldum artık.”
“Taşları seviyor musun?”
“Aşkımı deşeleme.”
“Kimisi ‘Soytarı Hasan dinsiz, inançsız’ der, nedir bunun aslı astarı?”
“Asıl soytarı onu diyenlerdir. O din sömürücüleri var ya, onlara çok çatarım ben. Binlerce insan hacca gidiyor bugün. Peygamberin yerinde ben olsam, doğruluveririm birden; ‘Köyünüzde okul var mı?’, ‘Yok’, ‘Çeşme, su var mı?’, ‘Yok’, ‘Aç, çıplak var mı?’, ‘Var’, ‘Ne işiniz var öyleyse burda? Bunları tamamlayın öyle gelin!’ Benim dediğim bu. Dinsizlik mi şimdi bu? Ben Atatürk hayranıyım. Yalakalığı, üçkâğıtçılığı, çıkarcılığı hiç sevmem.”
“Okuyucularımıza anlatmak istediğin bir anın varmı?”
“Yalnızcabağ Köyünde bir ev yapıyorum. Adanı da iki evli. Sabah sütlü tarhana, akşam ayranlı tarhana… Tarhanadan bıktım. Yine bir gün erkenden evin büyük kadını dışarı çıktı. Dışarıdaki ocağı yakıp, kara tencereye sütlü tarhanayı koydu. Arkasından da eşine, ‘Gız unutma’ dedi. Biraz sonra Hatça geldi, ateşi ölçerdi, kıldan dokunmuş tuz torbasından da tencereye bir kaşık tuz attı. Ben de geriden olanları seyrediyorum. Bir anda aklıma bir şeytanlık geldi. Fırsat bu fırsat diyerek, Hatça içeri girince, torbadaki tuzun yarısını tencereye boşalttım. Derdim tarhanadan kurtulmak. Kurtuldum da. Öylece döküldü o tencere. Yağda yumurta pişirdiler, yanında da peynir, pekmez. Midem bayram etti yav!..”
“Yaşlılık nasıl Hasan Emmi?”
“Kapını pencereni iyi kapat, içeri alma.”
“Peki Hasan Emmi. sağlıcakla kal. Seni biraz yordum. Çok teşekkür ediyorum. Kendine iyi bak.”
“Ayaklarına sağlık.”
Nihat MUSTUL / Çıtlık Kültür ve Sanat Dergisi – 2008