Yazı: Berna Çetin Akgün
Fotoğraflar: Faruk Akbaş
Mersin’in ilçesi Mut, Anadolu’nun kucakladığı, sarıp sarmaladığı toprakları üzerinde yer alan, tarihiyle, doğal güzellikleriyle, el emekleriyle bin bir çeşit zenginlik barındıran bölgelerinden biri. Görüntü avcılarının, doğa severlerin, tarih meraklılarının izini sürdüğü yerlerden Mut.
Bazen kente adım altığınızda bazı imgeler yer ediverir aklınıza, bazen gezinin koşuşturması içinde aklınıza bir şey yazamazsınız ve dönüş yolunda bütünleşir zihninizdeki o kente dair imgeler. Mut’u gezerken her ikisi de gerçekleşiyor insanda. Mağaradan şelaleye, kaleden manastıra yol alırken, Mut’un bıraktığı en derin his, uçmak oluyor.
Mut civarında, derin kanyonlar ve geniş vadiler görmek mümkün. Kayaların içine oyulmuş Bizans döneminden kalan mağaraları da unutmamak lazım. Sadece kuş ve böcek seslerinin duyulduğu bu sonsuz kanyon ve vadilerde durup etrafı dinlemek, sabah güneşinin tadını çıkarmak için erken saatte kalkmaya değer. Burada size, eskiden yaşam barındıran Bizans mağaralarının etrafında, kuşlardan ve böceklerden başka hiçbir canlı eşlik etmiyor, varsa yol arkadaşınız dışında. Şu az ileride öten kuşlara katılıp vadi boyunca uçmak istiyor insan. Başka türlü göz almıyor her şeyi yolun kenarından. Doğanın bu açıdan sunduğunun daha fazlasını istiyor göz. Kuş olup süzülmek, özgürlüğü hissetmek, bu sessiz ve sadece sana ayrılmış gibi duran kanyonda, görebileceğin her şeyi görmek istiyor.
Güne erkenden şehir merkezinden başlıyoruz. Asıl rotamız şehrin dışı ama çıkmadan Mut Kalesi’ni görmek istiyoruz, ilk inşa tarihi bilinmeyen Mut Kalesi, şehrin merkezinde, etrafı temiz ve yeşillendirilmiş bir alanda yer alıyor. Küçük bir garnizonu andıran kalenin temel taşları, rektoponel düzgün kesme taşlarla örülmüş. Karamanoğulları ve Bizans döneminde tamir gören kalenin dört burcu bulunuyor. Kalenin içinde, bir de iç kale diye adlandırılan bir kule yer alıyor. Kaledeki kısa duraklamanın ardından aracımıza atladığımız gibi yollara düşüyoruz ve bizde uçma hissi uyandıran kanyonlar, vadiler ve doğal güzelliklerle buluşmak için aracımızın tekerlekleri dönmeye başlıyor.
Akdeniz ve Anadolu uygarlıklarının izleri
Hititler zamanında kurulduğu bilinen, Akdeniz ve Anadolu uygarlığının bütün izlerini taşıyan Mut’un tarihi, MÖ 2000 yılına kadar dayanıyor.
Etiler zamanında “Yenika” adıyla anılan Mut, Etiler’e bağlı Mut Krallığı’nca uzun süre yönetilmiş. Daha sonra Frigler ve Asurlular bölgede egemenlik kurmuş. MÖ 546 yılında bölge, Perslerin eline geçmiş. MÖ 300 yıllarında Selefkosların eline geçen kentin ismi, burayı yöneten Muts adlı kralın ismine ithafen Mut olarak anılmış. Kent, MÖ 60 yılından sonra Romalıların egemenliğine girmiş. Eldeki belgelere göre Claudiopolis (Mut), Roma imparatorlarından Claudios tarafından, MÖ 41 yılında bir koloni olarak kurulmuş. Mut Kalesi’nin batı kısmındaki kitabede, kentin ismi Claudiopolis olarak geçiyor. 395 yılında ise Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasıyla Bizanslıların eline geçmiş.
Bir ara Abbasilerle Bizanslılar arasında el değiştiren Mut, 1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslıları yenmesinden sonra Selçuklular tarafından yönetilmiş. Selçuklular devrinde bir hayli gelişen kent, 1277 yılında Karaman Beyin oğlu Şemsettin Mehmet Bey taralından Karamanoğulları’nın egemenliğine geçirilmiş. Mut, 1466 tarihinde Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı Devleti’ne katılmış. 1. Dünya Savaşı sonunda İtalyanların işgal bölgesine düşen Mut, fiilen işgal edilmemiş ama işgal edilen komşu ilçelerinin yardımına koşarak Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği katkılarından dolayı Atatürk’ten tebrik telgrafı almış.
“Şu az ileride öten kuşlara katılıp vadi boyunca uçmak istiyor insan. Başka türlü göz almıyor her şeyi yolun kenarından. Doğanın bu açıdan sunduğunun daha fazlasını istiyor göz.”
Rüzgâr, yükseklik, ıssızlık: Mavga Kalesi
Rotamızı ilk olarak Mavga Kalesi’ne çeviriyoruz. Mut’tan ayrıldıktan sonra çok bozuk olmayan bir yolda ilerliyoruz ve artık sadece kalıntılarının görülebildiği bu eski yerleşime ulaşıyoruz.
Kozlar Yaylası eteklerinde bulunan, insanın emek vererek doğayı nasıl şekillendirebileceğini gösteren bu yerleşim, denizden yaklaşık 1400 metre yükseklikte yer alıyor. Sağlam kalan bir burcundaki kitabeye göre kalenin, Alaattin Keykubat’ın emri üzerine 1230 yıllarında yapıldığı anlaşılıyor. Arabamızı park ettiğimiz yolun kenarından dikkatlice aşağıya yürüyoruz. Çünkü oldukça dik ve kayalık olan bu arazide yürümek pek kolay değil. Issızlık, rüzgâr, yükseklik ve geniş bir alana yayılmış, kayaların içine oyulmuş ve şimdi terk edilmiş bu yerleşim, hem ürperti veriyor insana hem de yükseklerde olmanın getirdiği özgürlük hissi.
“Kozlar Yaylası eteklerinde bulunan, insanın emek vererek doğayı nasıl seslendirebileceğini gösteren Mavga Kalesi, denizden yaklaşık 1400 metre yükseklikte yer alıyor.”
Doğal yalçın kayaların oyulmasıyla inşa edilen Mavga Kalesi’nden geriye, mağaralar, kemerler, hayvan ahırları, su sarnıçları kalmış. Yüksekliği 150 metre olan kale içindeki odalar, ahırlar, yemeklikler, sulama tekneleri ve içi Horasan harcı ile sıvanmış su sarnıçları, kayalara oyularak oluşturulmuş ve belli ki büyük emek harcanmış.
Mavga Kalesi’nden kalanları hayranlık içinde izleyip kalıntıların arasında dağ keçileri gibi bir oraya bir buraya sıçrayıp gördüklerimizi fotoğraf karelerine hapsettikten sonra yol üzerinde kısaca duraklayacağımız Söğütözü Köprüsü’ne doğru devam ediyoruz. Söğütözü Köprüsüyie ilgili günümüze ulaşan tek bilgi, Roma dönemine ait olduğu; bu tarihî köprü hakkında başkaca bilgiye henüz ulaşılmamış. Hâlâ sağlam duran ama artık kullanılmayan köprüyü ardımızda bırakıp, Dağpazarı Köyü’ne doğru yol alıyoruz.
“Köye giren her kuruş bizim için değerlidir”
Yaşayan bir köy ve içinde hâlâ ayakta duran tarihî yapılar görme fikri, bizi çok heyecanlandırıyor. Alışkanlığımız üzere önce köy kahvesine gidiyoruz. Köy halkı oldukça sıcak karşılıyor bizleri; hemen çaylar söyleniyor, masamız bir anda doluyor ve köyün sorunlarından, köydeki tarihî yapıların korunup korunmadığından, geçimden, işten güçten bahsediyoruz.
Dağpazarı Köyü muhtarı Selçuk Kaya, bize köyün tarihini ve geçimlerini anlatıyor.“Dağpazarı Köyü, Yörük güzergâhı içinde yer alıyor. Hâlâ yarı göçerler yaşıyor; yazın yaylalara çıkıyorlar, kış gelince köylerine iniyorlar. ’90 harbinde. Bulgaristan Pazarcıktan 19 göçmen kardeş gelmiş köye. Atalarımız gelmeden de burada yaşam varmış. Devlet aslında göçmenlere Karaman’ı göstermiş. O zamanki kaymakam, bizim göçmenleri buraya bırakmış. O sırada burada yaşayanları da bizim Karaman’da yerleşeceğimiz yerlere göndermişler, öyle bir değiş tokuş olmuş. Burası Silifke’nin yol güzergâhında olduğu için zamanla göçerlerden de yerleşenler olmuş. Onlardan kız almışız, kız vermişiz, artık kaynaşmışız. Köyümüzde 140 hane var. Dışarı giden azdır bizde. 3-5 seneye kadar gelir durumumuz iyiydi, tarım ve elmacılık sayesinde. 1966’larda elma girmiş buraya. Maddi imkân iyi olunca kimse göçmemiş. Son senelerde elma, hayvancılık ve tarımın gelir seviyesi düştü. Göç olayı hâlâ yok ama devletimiz, hükümetimiz, çiftçiye, üreticiye çözüm bulmazsa ben de aç kalacak değilim, biz de göçe başlarız herhalde.”
Muhtar anlatırken, köyün öğretmeni Karani Solak söze giriyor ve doğum oranının çok düştüğünü, bu sene dört köyden 12 tane öğrenci çıkartabildiğini söylüyor. ’44 bu köyden öğrencisi var, 209 da çevre köylerden. Ama köyde okuma yazma bilmeyen yoktur. 82 yaşındaki nine bile okuma yazma bilir.’ diyor.
“Aile planlamasından mı?” diye soruyorum muhtara; anlatıyor: “Ben yedi kardeşim. Bana atamdan 150-200 dönüm tarla kaldıysa varsa, bu yediye bölünmüş. Ben de yedi çocuk yapmış olsam, bana kalan 30 dönüm tarla da bölünecek. Ben 30 dönüm tarlayla nasıl geçineceğim? Geçim seviyesini düşünmek mecburiyetindeyiz. Burası dağlık bir bölge, o yüzden tarım alanımız çok dar. Nüfusun azalma nedeni bu.’ diye yanıtlıyor.
Köy halkı elmacılıkla uğraşıyor ve şeftali, kiraz gibi yeni ürünler de deniyorlar. Turizme de sıcak bakıyorlar. Muhtar Selçuk Kaya, ‘Yabancılar geliyor bazen, ingilizler ve Fransızlar geldi. St. Pierre yolunu takip ediyorlar. Biz turizmin gelişmesini istiyoruz, gelir seviyemizin artmasını istiyoruz. Biz tarımı, turizmi, hayvancılığı, hepsini bir arada yapmak mecburiyetindeyiz, yoksa gelişemeyiz. Köye giren her kuruş bizim için değerlidir. Köyümüzde, kadınlanmız da erkeklerimiz de çalışır. Bizde yatma olmaz.’ diyor.
Bu çağdaş, çalışkan ve köyünü önemseyip sahip çıkan köy halkıyla sohbete doyamıyoruz ama gezimizi de sürdürmemiz gerekiyor. Kahveden ayrılıp önce su sarnıcına gidiyoruz. Artık sarnıca su gelmiyor, köylüler de serin olduğu için peynir saklıyorlar, soğuk hava deposu olarak kullanıyorlar. Kapılar kapatılıyor, 2-3 ay peynir burada kalıyor. Yürüyerek Dağpazarı Kilisesi (Corapissus) kalıntılarına ulaşıyoruz. Kiliseden geriye bazı duvarlar ve kilisenin apsisi kalmış. Az ilerde de bir kemer yer alıyor.
Dağpazarı Kilisesi. Mut ilçesinin 35 km kuzey batısındadır. Antik ismi Corapissus olan kentin antik yol üzerinde oluşu, eski kente ayrı bir önem verildiğini göstermektedir. Antik kentte, hayat ağacının kollarına asılmış çok sayıda hayvan ve geometrik desenlerle bezenmiş taban mozaiği göze çarpar. 15×5.50 m ölçülerinde olan taban mozaiğinin hangi yapının taban döşemesi olduğu bilinmemektedir. Antik kentte, mozaiğin yanında üç adet heroon tipi mezar oldukça yıpranmıştır. Bizans dönemine ait kilisenin ise apsisi ve bazı duvarları ayakta kalabilmiştir. Köyün güneyindeki vadide ise kaya mezarlarının bulunduğu nekropol sahası yer almaktadır.’
Dağpazarı Köyü’nün sıcak insanlarını ve tarihi kalıntılarını geride bırakıp heyecanla Alahan Manastırı’na doğru yol alıyoruz.
“Ustasının elinden yeni çıkmış gibi…”
Mut’a gelmeden önce yaptığımız araştırmalarda bizi en çok heyecanlandıran, en merak ettiğimiz tarihî yapılardan birinde, Evliya Çelebi’nin “Ustasının elinden yeni çıkmış gibi duruyor…” diye anlattığı Alahan Manastırı’ndayız. Karaman yolu üzerinde, Malya Köyü civarında yer alan Alahan Manastırı, yaklaşık 1200 metre yükseklikte, Göksu Vadisi’ne bakan dik bir yamaçta yer alıyor. Manastır kalıntılarını gezerken, geçmişte yaşamış insanların yerine koymaya çalışıyorum kendimi ve düşünüyorum; doğanın sarp kollarına kendini atıp günlük yaşamdan uzaklaşmak için mi böyle bir yere inşa edilmiş bu manastır diye… Yanıtı, notlarım veriyor:
“Hıristiyanlığın Kapadokya ve Likonya’da (Konya) yayılması sırasında, bu yeni dini kabul edenlerin takibe uğraması, inanmayanlar tarafından öldürülme korkusu, Hz. İsa’ya inananları dağlık bölgelerdeki mağara kaya oyuklarında ibadete zorlamıştır. İsa’nın havarilerinden St. Paul ve yine Tarsus’ta yaşamış Hıristiyan öncülerinden Bamabas. 441 yılında Hıristiyanlığı yaymak için Konya-Kapadokya ve Antalya-Antakya’ya kadar maceralı yolculuklar yapmıştır, işte bu iki Hıristiyan Aziz’in gezileri sırasında konakladıkları her yerde, anılarına mabetler yapılmıştır. Alahan Manastın da bunlardan biridir.”
440-442 yıllarında yapılmış olduğu tahmin edilen Alahan Manastırı; batı kilisesi, manastır, doğu kilisesi, kayalara oyulmuş keşiş odacıkları ve çevredeki mezarlardan oluşuyor. Kilise binaları, Ayasolya Müzesi ile ortak mimari özellikleri taşıyor. Tüm bu yapıları dikkatli incelediğinizde, süslemelerde usta bir taş oymacılığıyla karşılaşıyorsunuz.
Alahan Manastırı’ndaki kilise binaları Ayasofya Müzesi’yle ortak mimari özellikler taşıyor.
İlk kilise korint başlıkla iki dizi sütunla üç nele ayrılmıştır. Narteksten ana mekâna geçilen kapının atkı ve yan dikmeleri kabartmalarla süslüdür. St. Paul. St. Pierre figürlerinden başka, bir çelengi taşıyan altışar kanatlı Cebrail, Mikaitin simgesel yaratıkları ezişi, kükreyen aslan, kartal ve öküz sembolleri. İncil yazılarının tasvirleri, üzüm salkımlan, asma yaprakları ve balık motifleri zengin bir şekilde tasvir edilmiştir. Kiliselerin doğusundaki geniş avlunun güneyinde, dinsel törenlerin yapıldığı dehliz, 11 metre uzunluğunda kemerli ve sütunlu bir galeri şeklindedir. Galerinin ortasında, kalabalık kabartma süsleme ile her yanı işli büyük bir niş bulunmaktadır. Galeride apsisli vaftizhane ve karşısında Alahan Manastın’nın en görkemli yapısı olan mezarlar bulunmaktadır. Bu mezarlann kuzey duvarı kayaya yontulmuş, üst örtüsü yoktur. Ana nefin ortası ilginçtir. Burası paye ve sütunlara oturan dört kemerle örtülü kare planlı bir kule biçimindedir. Kule, yukarıda sekizgene dönüştürülmüştür. Kapı çerçevesi süslüdür. Alahan Manastın’nın mezarlarından birinin kitabesinde şöyle yazılmıştır:
“Burada çok mümtaz, Flavius Severinus ve Flavius Cadalaippus’un ‘Konsüllüğü’nden sonra İndictio’nun 15. senesinin 13 Şubatında. Mukaddes oruçlannın ilk haftasının salı günü ölmüş olan hatırası mukaddes kurucu T., yatıyor.’
Alahan Manastırı’nda gün batıyor; her şey günün dönmesiyle beraber sanki silikleşip tarihe gömülüyor. Yüzyıllardır görüp geçirdiklerine rağmen hâlâ ayakta kalmaya çalışan bu yaşlı yapının yanında, yorgun bedenlerimiz utanıyor. Gecenin karanlığına ve vadiye bakan yamacın ıssızlığına karışarak uzaklaşıyoruz; yeni günü onun gibi dimdik karşılayabilme umuduyla…
Tescilli Güzellik: Yerköprü Şelalesi
Ertesi gün yönümüzü bu kez Ermenek yönüne çeviriyoruz ve Yerköprü’nün serin sularına ulaşmak üzere yola çıkıyoruz. Yerköprü Şelalesi, Çevre ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Millî Parklar Genel Müdürlüğü’nce, Türkiye’de koruma altına alınan 94 tabiat anıtı ağacın yanı sıra tabii ve tabiat olaylarının meydana getirdiği özelliklere sahip 8 ayrı tabiat parçasından biri olması nedeniyle, 2001 yılında Tabiat Anıtı olarak tesciilenmiş.
Ana yolda biraz gittikten sonra tabelaları takip ediyoruz ve bir süre sonra Göksu Nehri, yemyeşil tonuyla karşımıza çıkıyor. Arabamızı park ettikten sonra kısa bir patika yolla, aşağıda kalan şelaleye doğru yürüyoruz. Rengârenk çiçekler yolumuzu kesiyor; fotoğraflarını çekmeden geçemiyoruz, dönüşte çekeriz diye tembellik edemiyoruz. Nihayet patika yolu tamamladığımızda, 30 metre yükseklikten akan gürül gürül kocaman bir şelaleyle karşılaşıyoruz. Onun gürültüsüne, coşkusuna biz de ortak olup aşağı, gölün seviyesine kadar iniyoruz. Kayaları döven su yüzümüze sıçrıyor, buz gibi suyun içine girip yürümeye çalışıyoruz ama nafile; su o kadar soğuk ki ikinci adımda hepimiz geri kaçıyoruz. Şelale, 110 milyon yıl önce kretose yaşlı kireçtaşlarının faylanması sonucunda çok dar bir kanyonun oluşması ve yine bu faylanmaya bağlı olarak bol karbonatlı su taşıyan bir kaynak suyun darlığı ile ortaya çıkmıştır. Halen bu oluşum devam itmektedir. Görsel zenginliği ile yaklaşık 30 netrelik yükseklikte akan bir şelale ve şelaleyi oluşturan 200 metre uzunlukla 5-10 metre genişlikteki, tabanı göl olan su tünelinin içerisinde, doğallığı bozulmamış sarkıtlar ve zengin bitki çeşitliliğine sahiptir. Mağarada su, mavi ve yeşil onlardadır.
Kimsesiz Kızıl Minare
Ana yola dönüp Ermenek yolunu takip ederek Kızıl Minareye ulaşıyoruz. Rengi nedeniyle bu ismi alan Kızıl Minare hakkında pek bir bilgi yok. Yapılış tarihi tam olarak bilinmeyen Kızıl Minarenin, Karamanoğulları döneminde yapıldığı sanılıyor. Kimsesiz Kızıl Minare’nin yalnızlığına bahar çiçekleri çare olmaya çalışıyor. Rengârenk, çeşit çeşit çiçekler, yapının etrafını ve içini sarmalamış, ona kimsesizliğini unutturmaya çalışıyorlar belli ki. O da kırmızı minaresiyle onların rengine ve bahar coşkusuna ortak oluyor.
Kadınların ıstardaki renkli dünyası
Mut kadınları, Anadolu’nun pek çok yöresinde olduğu gibi dertlerini, sevinçlerini, kederlerini hep dokumalarına yansıtmışlar. Mut’un Hacıahmetli Köyü de dokumacılık denince ilk adı geçen köylerden biri. 2005 yılında, köyde Doğal Boya Projesi yürütülmüştü. Aktif İşgücü Programları Projesi (AİPP) kapsamında, Avrupa Birliği (AB) tarafından desteklenen, Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) tarafından yönetilen ve izlenen, İçel El Sanatları ve Eğitim Vakfı (İÇEV) tarafından uygulaması yapılan Doğal Boya Projesi (DOBOP), Türkiye’nin ilk doğal boya yapım ustalarını yetiştirmişti. Katılımcılar proje çerçevesinde, köyde kurulan laboratuarda yöre bitkilerini kullanarak çeşitli renklerden doğal boya elde etme denemeleri yapmışlardı. Şu an proje sona ermiş durumda ancak köyde rengârenk dokumaların üretimi harıl harıl devam ediyor. Yaşlı kadınların tümü, gençlerin de bir kısmı dokumacılığa devam ediyor.
Yörenin mor kulak, eğer kaşı, kelebekti ve daha birçok özgün deseni, ıstar adı verilen tezgâhlarda hayat buluyor. Ceviz yaprağından, soğan yaprağından, kızılcık ve çeşitli bitkilerden elde edilen kök boyasıyla boyanmış ipliklerle, seccade, yastık kılıfı, kilim, heybe gibi çeşitli ürünler dokunarak satılıyor. Kök boya elde etmek için önce su kaynatılıyor, içine sirke dökülüyor. Daha sonra yünler ve rengi verecek doğal malzeme atılıyor. Sabahtan öğleye kadar yünler karıştırılarak kazanların içinde kaynatılıyor. İşlem bitince soğuk suyla yıkanan yünlerin rengi, bir daha asla solmuyor. Öyle ki evin bahçesinde, üzerine oturduğumuz capcanlı renklere sahip kilimin yıllardır kullanıldığını öğrendiğimizde şaşırıyoruz.
Hacıahmetli Köyü kadınları, kök boyalarla boyadıkları ipliklerle rengârenk desenlere hayal veriyorlar.
Bu köyde sadece kadınlar sanatçı değil; yol sormak için durduğumuz evin önünde tanıştığımız Hüseyin Ateş, ağaçlan oyarak yaptığı oyuncaklarla ilgimizi çekiyor. Anadolu ve onun insanları, sanata, zanaata olan yatkınlığıyla bizi şaşırtmaya devam ediyor.
Meyve cenneti Mut
Akdeniz ve karasal iklimin hüküm sürdüğü Mut’ta, kayısı, erik, elma. incir, nar, üzüm, şeftali, kiraz ve yenidünya gibi meyvelerin yanı sıra zeytin, çeşitli sebzeler ve bakliyat da yetiştiriliyor. Dönüş yolumuzun üzerindeki Kurtsuyu Kooperatif Halinde erik paketleyen kadınları görünce kısa bir mola vermek şart oluyor. Çalışmakta olan kadınların yanına gidiyorum; Selda Uyar, Nurten Yel, Ayşe Ceylan, Sıdıka Atalay, Fatma Durmaz, Elif Yel ve Emine Uysal, civar köylerden gelmiş. Nisanda erik, haziranda kayısı, sonra da üzüm ve zeytin işinde çalışıyorlar. Yemyeşil eriklerin arasına oturmuşlar, erikleri boylarına göre ayırıp paketliyorlar. Yazın gelişinin habercisi meyvelerin ilk sıralarında yer alan erik, işte bu topraklardan, kadınların elinin emeğiyle paketlenerek büyük şehirlere ve hatta yurt dışına ulaşıyor. Yüzü güleç, kalbi temiz, dili tatlı kadınların ikram ettiği ekşi erikler elimizde, iyi dileklerle vedalaşıyoruz.
Tarihin izini sürerek çıktığımız, vadilerinde yol aldığımız, şelalesinde serinlediğimiz, yükseklerinde özgürlüğü hissettiğimiz Mut gezimiz, bu toprakların insanlarının kattığı el emeği ve çalışkanlıkla son buluyor. Anadolu’nun bir başka parçası, kalemimizde, fotoğraf karemizde ve kalbimizde yerini alıyor.
Kaynak: “Yolculuk” Dergisi Haziran 2009