İlkbahar ve yaz günlerinin bazı gecelerinde dağlarımızda bir ses duyulur. Hu! Lu lu lu lu!.. gibi bir şey. Biraz garip, biraz hüzünlü, biraz korkulu…
İşte o ses Yusufçuk Kuşu’nun sesi imiş. Öttüğü zaman ağladığı rivayet edilir.
Ben Yusufçuk Kuşu’nu görmedim. Zaten herkes göremez, o geceleri gezintiye çıkıp, geceleri öten bir kuş. Görenler bıldırcın büyüklüğünde, kurşunî renkli, ensesinde, başından omuzlarına doğru bir tutam kumral saçı olduğunu, cepheden görüldüğünde güzel bir genç kıza benzediğini söylediler.
Çok, çok eski zamanın birinde bir üvey ana elinde iki çocuk varmış. Yusuf’la ablası Barçın yaylasında yaşarlarmış. Her gün koyunlarını otlatarak günlerini geçirirlermiş. Günlerden bir gün oyuna dalmışlar. Vaktin nasıl geçtiğini bilmeden akşam oluvermiş. Koyunlar da varıp gitmişler bilinmeyene… Üvey analarından çok korkan çocuklar koyunları bulmadan eve dönememişler. Başlamışlar gece karanlığında koyunları aramaya… Bu arada birbirlerini de yitirmişler… Hem koyunları hem Yusuf’u arayan ablacık durup dinlenmeden dere tepe koşmuş, her yüksek yere çıkışında ünlermiş:
– Yusuf! Koyunları buldun mu?..
Dağdan taştan ses gelir Yusufçuktan gelmezmiş. Yusuf’tan bir ses, koyunlardan bir iz bulamayan ablacık sabah olana kadar hem koşturmuş hem ünlenmiş:
– Yusuf! Koyunları buldun mu?..
Sabahleyin yaylanın bir semtinde, çayırlı bir düzlükte Yusuf’u ve koyunları bir arada bulmuş, bulmuş ama hepsi de sessiz, soğuk, katı birer taş olmuşlar… Zavallı abla da kederinden kuş oluvermiş… Kuş olmuş ama Yusuf’u ve koyunları unutamamış, ünlemesi dinmemiş. O zamandan bu yana hem arar hem ünler:
– Yusuf! Koyunları buldun mu?..
Doğan ATLAY