Bir çocukluk anısı bazen bir ömrü sırtlar. Öylece yürür seninle, sessiz ama unutulmaz. Çünkü insanın gerçek vatanı ne doğduğu şehir, ne nüfusta yazan yeri, ne de şu anki konumudur…
İnsanın anayurdu çocukluğudur.
Biz büyüdük.
Pantolonlarımız uzadı, ayakkabılarımız pahalandı, düşüncelerimiz karmaşıklaştı. Ama içimizde, hâlâ taş sokaklarda koşturan, çamurdan pastalar yapan, “şeker var mı?” diye bakan bir çocuk var. Ve o çocuk, en temiz halimiz.
Çocukluk bir fotoğraf gibidir. Renkli hatırlanır ama içimizde hep siyah beyaz kalır.
İşte ben, o siyah beyaz karede hep gülen çocuğum.
Siyah beyaz ama mutlu bir çocuk.
Ne markalı ayakkabılarım vardı, ne akıllı telefonum. Ama arkadaşlarım vardı. Bir misketim, bir çam ağacım, bir de düşlerim…
Büyümek, çocukluğunu inkâr etmek değil; onu onurlandırarak yürümektir.
Kimi insanlar, büyüdükçe çocukluğunu unutur.
Kimileri ise, büyüse de çocuk kalmayı bir fazilet gibi taşır.
Ben ikinci gruptanım.
Bir iş toplantısında haksızlık gördüğümde susmamayı öğrendiysem, ilkokulda arkadaşımın haksızlığa uğramasına dayanamamamdan…
Bir gece işten çıkıp çocuklarıma zaman ayırmak için koşturuyorsam, kendi babamın eve geldiği saatte duyduğum heyecandan…
Bir projede birilerini mutlu edebilmek için çabalıyorsam, çocukken anneme doğum günü sürprizi yapmanın keyfinden…
Ben hâlâ sokak lambalarının altında oyun kuruyorum zihnimde.
Ve biliyorum ki insanın gerçek kimliği, çocukken kim olduğudur.
Makamlar, kartvizitler, unvanlar gelip geçer.
Ama birinin içinde hâlâ misketlerini sakladığı küçük bir kese varsa, işte o insana güvenebilirim.
O hâlâ memleketinde, yani çocukluğundadır