Lise yıllarında sesli okur, sessiz okuduğumda iyi anlayamazdım. Üniversite yıllarında sesli okuma ortamı bulamadığından, yazarak çalışmayı denedim. Elimde kalem, kağıt kısa notlar alırdım. Zamanla sessiz okumaya, dolayısıyla okumaya alıştım. Ülkemde, çevremde olup bitenler beni ilgilendirir olmuştu. O yıllar heyecanlı, hareketli yıllardı; düşüncelerimi, okuduklarımı eyleme geçirmek çabası içinde yazma ihtiyacı duymadım, vaktim de olmadı. Hayata bakışımız; “oku, düşün ve eyleme geç” idi. Duygu yoğunlaşması olduğu anlarda yazdıklarımı da kaç – göç arasında muhafaza edemedim.
İş hayatının akışı içinde okuduklarımın ve düşündüklerimin çoğunu eyleme dönüştüremeyeceğimi anladım. Bu ciddi bir hayal kırıklığı idi. Yaşadığım zorlukları, haksızlıkları, çarpıklıkları gördükçe; bunlar içime dert oldukça; en azından kendimi rahatlatmak için, dolup taşanları kağıda dökmeye karar verdim.Yazdıklarımın zülfü yare dokunduğu ve kurşunun şekip bana döndüğü anlar oldu. Kalkan kullanmayı denedim; müstear isimle yazdım. Ama bir yere kadar…
Sonra yıllarca yazmadım. Yeniden eyleme geçmek için yollar aradım; sendikacılik, siyaset, adaylık, burokrasi vs. Elimi taşın altına koysam da, taşı oynatmak mümkün olmadı; uykularım kaçtı. Kendimi kuşatılmış, hapsedilmiş hissediyordum. Kabına sığmayan duygularımı doğal mecrasında tutmak için çareler aradım. Derdimi kısa ve öz en iyi şiirle ifade edebilecegimi düşündüm. Serzenişlerim, taşlamalarım, hayallerim, sevdalarım, yer yer kahırlarım döküldü beyaz sayfalara… Zülfü yare dokunduğum oldu.
Salgın süreci başlayınca daha fazla okuma, düşünme ve yazma imkanı buldum. Evde kaldığımız bu dönemde herkes farklı beceriler kazandı, yeni uğraşlar buldu, hobilerini geliştirdi. Ben de yazmayı… Yazıyorum, kendimi kasmadan, canım isterse… Yazmak bir çeşit terapidir, bana iyi geldi.
@kpınar 041220