Pencereden sızan
sabah güneşi tam da gözlerine vuruyordu. Yatağında bir sağa bir sola döndü,
sonra gözlerini ovuşturarak doğruldu. Karşısındaki aynaya bakarak dağınık, uzun
saçlarını iki el ve bir baş hareketiyle düzeltti. Hala uyumak istiyordu. Tam o
sırada kapı zili çaldı. Hemen ardından;
– “Zarife hala! Hadi gel,
kahvaltıya bekliyoruz” diye seslendi üst katta oturan yeğeni.
Arada böyle çağırırlar, birlikte kahvaltı yaparlardı. Zarife abisine ait
binanın alt katında mütevazi bir evde oturur, az bir kıra öderdi.
Genç yaşta bir şoförle görücü usulü evlenmiş, 4 yılda 2 oğlu olmuştu. Kocası
Sadık memleketinde bir türlü iş düzeni tutturamayınca, bir arkadaşı
aracılığıyla iş bulmak için İstanbul’un yolunu tuttu. Gidiş o gidiş… Aylar,
yıllar geçti; ne bir selam, ne bir haber! İki çocukla bir başına kalmıştı
Zarife. İlkokul mezunuydu, bir mesleği de yoktu. Hayata tutunmaya çalıştı; özel
iş yerlerinde çaycılık, garsonluk yaptı, arta kalan zamanlarda gündelik işlere
gitti. Dar gelirli olsalar da babası, abisi kol kanat gerdi. Bir zaman sonra babası
, ardından annesi vefat edince hayatı bir kat daha zorlaştı. Lakin yılmadı;
saçını süpürge etti, gece gündüz çalıştı, çocuklarını büyüttü.
İki oğlundan biri polis oldu, Osmaniye’de çalışıyordu. Diğeri askerliğini
yaptıktan sonra bir özel şirkette iş makinesi operatörü olarak işe başladı.
İkisi de evlenmiş, birer torun vermişlerdi Zarife’ nin kucağına… Operatör
oğlu aynı mahallede oturur; arada sırada oğul, gelin, torun ziyaretine gelir;
bazen de Zarife analarını eve çağırırlardı
*********
Zarife son günlerde çalışmıyordu; vaktinin çoğunu evde geçirir, ev işleri
yapar, müzik dinler; geçmiş yılların muhasebesini yapardı. Hayırsız kocası
Şoför Sadık aklına geldi bir an; “gideli tam 19 yıl oldu” diye mırıldandı.
Çocukları büyütürken, evlendirirken haberi bile olmamıştı; polis oğlu ile arada
bir görüştüğünü biliyordu. Sefil bir hayat sürdüğünü duymuştu. O arada TRT
MÜZİK’ te eski bir türkü seslendi:
” Yarim İstanbul’u mesken
mi tuttun, gördün güzelleri beni unuttun.”
Biraz hüzünlense de hemen toparlandı: ” Herkes kendine yakışanı
yapar” dedi acı bir tebessümle… Çok şey söylemek istemezdi; iyi günleri de
olmuştu. Ne de olsa aslan gibi iki oğlunun babasıydı. Hem o defter çoktan kapanmıştı.
Sadık kayıplara karıştığı için mahkeme bir celse de boşamıştı onları.
Hayatına bir yön vermeli, yeni bir hayat kurmalıydı! Böyle yalnız nereye kadar
diye düşündü. Daha 47 yaşında, dipdiri, gönlü kıpır kıpırdı. Aynaya baktı; iri
gözlü, yay kaşlı, elma yanaklı, dolgun dudaklı, buğday benizli bir kadın gördü.
Göbeğini hafif sıvazladı: “lakin biraz kilo vermeliyim” dedi kendi
kendine. Arkasından telefonu eline aldı. Sosyal medyada güzel bir resmini ve şu
sözleri paylaştı:
“Biri seni tüm yüreğiyle
sevdiği zaman yanında olmanın bir yolunu bulur. Hesapsız, çıkarsız sevmenin her
şeyi aşan gücü bu. ‘Çok’ sevilmeye değil, ‘güzel’ sevilmeye ihtiyacımız
var.”
19 yıldır nasırlaşan yüreğini ısıtacak bir yüreğe, elini tutacak bir ele,
başına yaslayacak bir omuza ihtiyacı vardı. “Artık zamanı geldi, neden
olmasın” diye düşündü.
Bu duyguları yaşarken telefonu çaldı; “Hatice arıyor” yazıyordu. Bir
sokak yukarıda oturan komşusu idi;
– Zarife Abla müsaitsen sana
kahve içmeye geliyorum.
– Beklerim Haticem, buyur gel.
Dertleşmeye, sohbete ihtiyacı vardı. Hatice Zarife’ nin en yakın arkadaşı,
sırdaşı idi. Kocası Sefer Ali gençlik yıllarında amcaları ile birlikte
çalışmış, çekirdekten yetişme kamyon şoförü idi. Adı Ali olduğu halde, sık sık
uzun yola gittiği için Sefer Ali derlerdi ona. Asker dönüşü kendi kamyonunu
alarak nakliyecilik işine devam etti; gece gündüz çalışırdı. Hatice ile 15 yıl
önce evlendiler. Lakin çocukları olmadı. Hatice’nin günleri Sefer Ali’nin
yolunu beklemekle geçer; el işleri yapar; patik, eldiven, hırka örer; dantel
işler; cep harçlığını çıkarırdı.
Yarım saat sonra Hatice Zarife’ nin yanındaydı.
– Hoş geldin Haticem, nasılsın?
– Hoş bulduk Zarife Abla, iyiyim çok şükür. Ali’nin seferi uzadı bu kez, özledim valla!
– Kız Hatice, ya ben Naapiyim? Dile kolay 19 yıl!..
– Doğru dersin Zarife Abla. Abla kız güzel kadınsın, değme kızlara taş çıkartırsın maşallah! Çocukların eli ekmek tuttu, ikisini de baş göz ettin. Artık sıra sende!
– Ne bileyim Hatice, gönlümün sevdiği, beni sarıp sarmalayacak birisi çıksa karşıma inşallah olur.
– Zarife Abla hani sana demiştim ya, Ali’nin tanıdığı biri vardı; Yusuf bey, Bağ kur’ dan emekli. Düşündün mü hiç? Ne dersin!
– Valla Hatice, geçenlerde Hüsamettin efendilerde gördüm. Pek güven vermedi bana. Derler ya elektrik alamadım. Sevgi ve güven önemli! Malum sevip sevmediğimi bile anlamadan bir evlilik yaptım. Sütten ağzım yandı…
– Tabi haklısın Zarife Abla.
– Önce bir iş bulmam, çalışmam lazım. Hem insan içine çıkarım. Evin içinde basılıp kalmakla olmuyor.
– Hüsamettin Efendiye diyelim, onun tanıdıkları vardır. Daha öncede sana bir büroda iş bulmuştu ya.
– Evet ya onları bir ziyaret edeyim. Hem Safiye Hanımı da özledim.
*********
Bir okulda müstahdem olan Hüsamettin Efendi 30 yıl hizmetten sonra emekli olmuştu. Okulun adı 3 kez değişmiş; nice müdür, öğretmen öğrenci gelip geçmişti de değişmeyen tek şey Hüsamettin Efendi idi. Okulun her türlü işlerini yapar, etrafa da göz kılavuz olurdu. Gelen her müdürden, öğretmenden, velilerden bir şeyler öğrenir; kendini yenilerdi
O hizmet ve gönül adamı idi. Anlayışlı, duygu yüklü bir insandı; Karacaoğlan’dan, Aşık Veysel’den dizeler okur; istiklal marşı okunurken nerede olursa olsun hazır ol’a geçer; göğsü kabarır, gözleri yaşarır, gururlanırdı. Safiye gençlik aşkı idi. Birbirlerini deli gibi seviyorlardı. Safiye’nin babası “ben çulsuz adama kız vermem” deyince, bohçasını alıp Hüsamettin’e kaçmıştı. Daha sonra Hüsamettin müstahdem olarak işe girdi ve herkesin Hüsamettin Efendisi oldu. Kulağına hoş geldiğinden olacak, Safiye de Hüsamettin Efendi derdi ona. Hüsamettin Efendi de ‘Safiye Hanım’ diye hitap ederdi hep. Öğretmen bir kızları vardı, Hatay’ın Dörtyol ilçesinde görev yaparken bir öğretmen ile tanışarak evlendi ve baba evinden uzak kaldı.
Safiye Hanımın diyabet hastalığı, kalp rahatsızlığı ve fazla kilo problemi vardı. Yürümekte güçlük çekiyordu. Hizmet ehli olan Hüsamettin Efendi Safiye Hanımı hiç ihmal etmez; tatlı sözlerle, şiirlerle gönlünü hoş tutardı.
Bir akşam zil çaldı; elinde bir tepsi kek ile Zarife kapıdaydı.
Kapıyı Hüsamettin Efendi açtı:
– Ooo Zarife Hanım hoş geldin. Ne iyi ettin de geldin.
Hüsamettin Efendi Zarife’ yi çok beğenir, çok hanım kız, hem de güzel derdi. Oldum olası güzeli severdi. Kendisinden 10 yaş küçük olduğu halde “Zarife” diyemezdi
– Hoş bulduk Hüsamettin Efendi, derken Sobanın yanında oturan Safiye Hanıma doğru yürüdü;
– Merhaba Safiye Hanım, nasılsın, nasıl oldun?
-İyiyim Zarifem, Allah razı olsun. Hoş geldin hele! Sen nasılsın, oğullar, torunlar nasıl?
– iyiyim, onlar da iyiler çok şükür.
Hep öyle derdi Zarife; şükrederdi. Şikayeti sevmezdi.
– Ahh Zarifem hayırlısıyla seni de bir baş göz edebilseydik! Yalnızlık Allah’a mahsus.
Hüsamettin Efendi Safiye Hanımın kaldığı yerden devam etti:
– Zarife Hanım çocukları yuvadan uçurdun. Zamanı geldi, artık talipleri geri çevirmesen!
– Hüsamettin Efendi nasipse olur. Bak ne diyecem! Önce bana bir iş bulsak, senin çevren geniş bilirim.
Zarife ocaktaki çaya bakmak için mutfağa geçti. Hüsamettin Efendi de, mutfakta ne, nerede bilemez diye arkasından geldi. Çay servisini hazırlarken söze kaldığı yerden devam etti:
– İş konusuna bakarım. Sen de sözümü yabana atma, bir düşün!
– Amaan torun torba sahibi Zarife’ yi kim ne yapsın, deyiverdi Hüsamettin Efendinin görüşünü merak edercesine!
– Öyle deme güzel kadınsın, hamaratsın, tavını geçirme derim.
– ………………………….
Tam o sırada içerden Safiye Hanım seslendi:
– Bir bardak da su getirin. Hapımı içmeyi unutmuşum.
Çay- kek servisinden, havadan sudan sohbetten sonra Zarife evine, kendi yalnızlığına gömüldü yine.
*********
Zarife 15 gün sonra Hüsamettin Efendinin bir ahbabına ait mobilya atölyesinde işe başladı. Eli yatkındı, maaşı azdı ama ileride iyileşir demişti patron. Düzenli bir işi vardı artık. Çok yorulsa da huzurlu idi… Torunlarını, yeğenlerini, arkadaşı Hatice’yi daha az görüyordu. Erken yatar, erken kalkar olmuştu. Ama arada bir Safiye Hanımı ziyaret etmeyi ihmal etmezdi. Hem Hüsamettin Efendiye de minnet borcu vardı.
Hatice geldi bir akşam. “Görüşemez olduk Zarife Abla ya” diyerek lafa girdi.
-Ali seferden döndü. Bir süre burada… Bir araya gelsek, bir hasret gidersek, ne güzel olur!
-Safiye Hanımın hastalığı ilerlemiş Hatice, dışarı çıkamıyormuş. Konuşup onlarda toplansak nasıl olur?
-Valla iyi olur, Zarife Abla kız!
Bir pazar günü Sefer Ali, Hatice, Zarife, gelini, torunu Hüsamettin efendilerde toplandılar. Batırık, çay, kahve, meyve… İkram bol, sohbet güzeldi… Safiye Hanım çok mutlu oldu, Hüsamettin Efendi coştu adeta! Gençliğini, hatıralarını anlattı, şiirler okudu;
Karacaoğlan’dan;
“Ala gözlü benli dilber
Koma beni el yerine
Altın kemerin olayım
Dola beni bel yerine”
Aşık Veysel’den ;
“Ala gözlü benli dilber
Bir gün gelsen bize doğru..
Seni sevdim can u dilden
Çekme kendini naza doğru”
Zarife gayri ihtiyari işaret parmağını yüzündeki benin üzerinde şöyle bir
gezdirdi.
Safiye Hanım alışıktı onun arada bir şiir okumalarına…
*********
Bir hafta sonra Hüsamettin Efendinin evinden acı bir çığlık yükseldi. Sabaha
karşı Safiye Hanım kalp krizi geçirmiş, hastaneye yetiştiremeden yolda vefat
etmişti. Hüsamettin Efendinin dünyası yıkıldı. Gençlik aşkı, hayat arkadaşı
Safiye Hanım göçüp gitmişti. Konu komşu toplandı, Dörtyol’da yaşayan kızı
geldi, Zarife de işe gitmedi o gün. İkindi namazını müteakip şehir mezarlığında
toprağa verildi. Dostları onu yalnız bırakmadı. Lakin acısı dinmedi. Bir başka
severdi Safiye Hanımı. Gönlü güzele aksa da, üzerine gül koklamadı, bir başka
çiçeğe konmadı.
Zaman geçtikçe yalnızlığı; el ayak çekilince hüznü arttı. Bir başına ağladığı
günler oldu. Kızı Dörtyol’a götürmek istese de, Safiye Hanımın hatıralarını
bırakıp gidemedi. Safiye Hanım olmayınca, Zarife de, Hatice de uğrayamadı
yanına. Sefer Ali desen çoğu zaman seferdeydi. Sık sık kızı arar, her seferinde
“ baba gel, yalnız kalma” derdi,
Bir süreliğine kızının yanına gitse de fazla kalamadı. Hatıralarının olduğu
yere dönüp geldi. Lakin tek başına hayat zordu. Hele erkek için. Arada vakit
namazlarına camiye gider, dönerken mahalle kahvesine uğrar, arkadaşları ile
sohbet eder, çok fazla kalmadan eve dönerdi. Sağlığında “Safiye Hanımı yalnız
bırakmak olmaz” diye düşündüğü için böyle bir alışkanlık kazanmıştı.
Zarife işinde bir hayli ilerlemiş, maaşı da bir miktar artmıştı. Çocukların da
desteğiyle geçinip gidiyordu. Sık sık üst katta oturan yeğeni ile birlikte
olur, arada bir Hatice ile dertleşirlerdi. Göz kırpanlar, haber gönderenler olsa
da, şöyle gönlüne göre birisi çıkmamıştı
karşısına.
Bir gün Hatice ile sohbet ederken;
– Zarife Abla kız, Bak ne
diyecem! Benim Ali ile konuştuk. Şey… Hüsamettin Efendi!.. O yalnız, sen yalnız! Hem iyi adam, duygulu
adam, sağlıklı, hali vakti de fena değil! Ha ne dersin!
– Ya Hatice olur mu? Hem
rahmetli Safiye Hanım… Valla hiç düşünmedim! İyi adam, baba adam, vefalıdır
bilirim. Dur bakalım o ne düşünür? Hem yaşı var…
– Ne varmış yaşında! Topu topu
sende 10 yaş büyük. Kapı gibi adam. Hem sana güzel bakar, güzel bulurdu,
bilirsin…
Sefer’ den dönünce Ali de Hüsamettin Efendi ile görüştü, konuyu açtı.
– Bilmem ki Ali, nasıl olur? Hem
Safiye Hanımın hatıraları çok taze! Lakin yalnız hayat çok zor, el ayak çekildi
evimizden. Yuvayı dişi kuş yapar derlerdi, doğruymuş. Hele biraz zaman
geçsin…
Zarife 4 yıl evli,19 yıl yalnız geçen hayatını film şeridi gibi zihninden
geçirdi. Hüsamettin Efendiyi, Safiye Hanımı, onların muhabbetini düşündü.
Hüsamettin Efendi duygu yüklü bir insan, ne de güzel şiir okuyordu. Hele o
” Ala gözlü, nazlı dilber” ile başlayan şiiri.. Bana mı diyordu
acaba? Yok yok olamaz! Safiye Hanıma ihanet edecek adam değil o. Belli ki
güzele, güzelliğe aşık!
Aradan aylar geçti; Hüsamettin Efendinin de, Zarife’ nin de aklına yattı,
gönlüne düştü bu izdivaç. Neden olmasındı!
Bir akşam Sefer Ali ile Hatice onları evlerinde misafir ettiler. Bir süre hoş
sohbetten sonra baş başa bıraktılar. Hüsamettin Efendi torun torba muhabbetinin
ardından konuya girdi;
– Zarife Hanım seni iyi tanırım,
beğenirim, severim. Bunca yıl namusuna leke getirmedin. Benim de Safiye Hanım’a
muhabbetimi bilirsin. Güzeli severim, lakin onun üstüne gül koklamadım.
Rabbimin sevgili kulu imiş; onu tez yanına aldı. Yalnız kaldım. Sen de öyle!
-Uygun görürsen dest-i izdivacına
talibim!
Zarife Hüsamettin Efendinin konuşmasını dikkatle ve hayranlıkla dinledi. Aklı
başında, güngörmüş, duygulu, saygılı adam; Safiye Hanımı olduğu kadar ‘çok’
sevmese de, ‘güzel’ sever diye düşündü.
– Hüsamettin Efendi! Safiye
Hanımı sever, sayardım. Mekanı cennet olsun. Bilirsin seni de sever, beğenirim;
duygusal, hoş görülü insansın. 19 yılın ardından huzura ermek, sevgiyi tatmak,
mutluluğa ulaşmaktır dileğim. Başka ne isterim ki hayattan. İnşallah ikimiz
için de hayırlı olur!
Daha fazla vakit geçirmeden çocuklarını, komşularını, dostlarını davet ederek
sade bir nikah töreni ile hayatlarını birleştirdiler. Safiye Hanımın hatıraları
ile dolu olan o evde yaşamak zor olacaktı. Bir başka mahallede yeni bir eve
taşındılar, yeni bir hayat kurdular. Hayatlarına yeniden bahar geldi, ikinci
bahar!
Onlar “güzel” sevdiler, “güzel” sevildiler.
Mehmet AKPINAR