Macarlar, Osmanlılar, Arnavutluk, parçalanmış Arnavutluk üzerine kurulu Karadağ. Bir günde iki gümrük kapısı geçince başımız döndü. Nereleri gezdik bilemedik. Ama bir şey vardı. Dağlara kimse dokunmuyor. Ovalarda üretim var. Teşvik var. Hatta başta Macaristan olmak üzere birçok ülkeden gelip, arazi alan, teşviklerden yararlanıp, köylerde üretim yapanlar var. Bahçeli tek katlı evler yapmışlar. Meyveler, bağlar yetiştirmişler. Mısır, üzüm, ille de şaraplar, rakılar üretiliyor. Öyle ülkede vergilerle boğulmuş içekler yerine pazarda ürettiklerini satanlar var. Balın yanında reçel, meyvelerden yapılan rakılar, şaraplar.
Tarihi dokuyu korumuşlar. Turizmde turlar çok önemli gelir kaynakları olmuş. Biz de bu ülkeyi gezdik, gördük. Adriyatik kıyısında aracımız ile giderken karşıda İtalya ya el salladık. Kendilerine has karides, balık çiftlikleri kıyılarda yer alıyor. Dağları tünelleri aşıyorsun. Kıyılarda kentler kurulmuş; her gelen uygarlık, öncekini korumuş. Ortak kültüre sahip çıkmışlar.
Kotor’da su gözeleri önüne kurulmuş kale ve önünde tarihi kent. Katedraller, çarşılar, kiliseler. Gezmekle bitmeyen kale ve surlar. Ayağın sağlamsa deniz kıyısından dağlara doğru adım adım çıkıyorsun. Yukarı çıktıkça aşağıda uygarlığın deniz ile buluştuğunu görüyorsun. Sahilde demirlemiş büyük yolcu gemileri. Kıyıya demirliyorlar. Rehberleri onları gezdiriyor, sonra gemiye binip başka ülkelere doğru yola çıkıyorlar.
Kotor’da dedikodu meydanı, hesap verme meydanı, kilisede dilek dileme, yorulunca oturup köftelerini yemek, ayrını içmek. Ya da dondurmasını yemek. Bir kadeh şarap içmek.
Tiran yolunda bir zamanlar bir köy olan ada, artık kumarcılar adası olmuş. Orada evlenenler, kumar oynamaya gelenler. Artık varsılların yeri olmuş. Biz de geçerken seyir tepesinden resim çektirdik. Bir anı olarak kaldı.
Tarihi kentlerde kale ve deniz kıyısında plaj. İsteyen mayosunu giydi denize girdi. İsteyen kale içinde yanlarda parklarda gezdi, dolaştı. Keçi boynuzları olmuş, yerlere düşmüş, kuşlar onları didikliyor. Konsolos anıtı parkı süslüyor.
Piriştine’de Türk, Müslüman yaşamı vardı. Bombalar yağmış, camiler evler yıkılmış. Tika gelmiş buralara el atmış. Ahmet Paşa, Sinan Paşa camileri hala ayakta. Ortasından akan ırmak suları azalsa da kenarlarında yapılan parklarda yaşam devam ediyor. Çeşmelerinden soğuk sular akıyor. Türk lokantalarında kebapları, yemekleri sizi bekliyor. işletmede güler yüzlü, Türkçe bilen çalışanlar olunca biraz daha güvenli yemek yiyorsun. Sokaklarında hediyelik eşyalar var.
Karadağ’da gezilecek yerlerden birisi de Matka Kanyonu. Kanyon önüne baraj yapılmış, ülkenin elektrik ihtiyacını karşılıyor ama bir şey daha yapmışlar kenarlarına. Yürüyüş yolları yapmışlar. İsteyen o yollardan km.lerce yürüyor. İsteyen tekne turları ile kanyonu yarım saatte geziyor. Kanyon etrafında gökyüzü ile buluşan dağlar. Göl suları ve göklerde mavilikler. Yeşil, mavi derken dağların üzerinde size el sallayan ağaçlar. Onların hışıltısı ile teknenin giderken çıkardığı su sesleri birbirine karışıyor. Yüzüne efil efil esen rüzgarın verdiği tatlı bir hava geliyor. Teknede gezginler sevinç içinde, onu resimlemek istiyorlar. Teknenin dümenine çıkıp doğayı tadımlarken o rüzgarı yakalamak. Diğer tekneye el sallayarak caka atmak.
Ama bir şeyler oldu. Bizler kanyon girişine yaklaşırken bir taksici bagajından çıkardığı bir çöpü akan suya attı. Bir baktık heyecanlı bir bayan ortaya çıktı.
“Sen o çöpü nasıl atarsın?” taksici özür diliyor. Ama kadın susmuyor. Anladık ki, çevrede temizlik işte bu duyarlı toplum sayesinde sağlanıyor.
İşte ülkemde çekirdek yiyip, atın, ormana, pikniğe, ya da deniz kenarına gidenler, yediklerini içtiklerinin artıklarını orada bırakma, ya da akarsu, deniz kenarında bırakma. O teneke bira şişeleri. Çok işimiz var. 3 yaşından sonra eğitilecek çok çocuğumuz var. Aile, okulda çevre duyarlılığı dersi hemen konulmalı.
Tekne turunda en son grup biz olduk. Artık karanlık çökerken sokak lambaları yanmaya başladı. Aracımız gelebildiği yere gelmiş. Yorgunluktan aracı görünce çok ama çok sevindik.
Çocukken öğrendiğimiz bir şarkı aklıma geldi. Hemen Matka’ya uyarladık.
“Haydi sevinçle, vinçle, vinçle, vinçle gidelim
Nereye sevinçle, vinçle, vinçle, vinçle gidelim
Matka’ya, Matka’ya da gidelim.”
Bir Alman şarkısı diye biliyorduk. Çok sesli olarak okul koromuzda gezilerde söyledik. İşte otobüste bu şarkı aklıma geldi. 60 yıl sonra söylemeye başladım.
Eski Arnavutluk, Yugoslavya’da çok dostlarımız oldu. Ortak paydamız sanat, halk oyunları ve kültür. Silifke’de, İstanbul’da birlikte olduğumuz halk oyunları grupları. Balkanları gezerken işte onları anımsadım. Enver Hoca, Tito’nun yapıtları her şeye rağmen ayakta. Batı emperyalizmi onları parçalayıp bölse de, yaşama sevinci, üretme kültürü, hele o sanat yaşamları hala devam ediyor. Onun için Balkanlara gitmek gerekir. Ortak kültür dışında Boşnak, Müslüman, Sırp, Bulgar, Macar artık ümmet, ırkçılıktan 1990’lı yıllarda bıkmışlar. Savaşın izleri hala duruyor. Ama kimse kimseye kin tutmuyor.
Ülkemizde ırkçı, inanç üzerine çatışma, kin, nefret yerine sevgi, hoş görüyü yakalarsak, sanırım Atatürk’ün yol gösterdiği çağdaş uygarlığa ulaşacağız. Balkanlarda işte bu ışığı gördüm.
Balkanlarda gezi notlarımız 4. Bölüm ile son buluyor. Usumuzda kalan notları bir araya getirmeye çalıştık.
Bu gezimizi sağlayan Taşucu Deniz Kızı Tur / Caner Carcar, gezi boyunca bize rehberlik eden Mert Sağlam ve ulaşım sorumlusu Victor’a teşekkür ediyoruz. Bu işi severek yapıyorlar. Hak hizmetlerini kabul etsin.