NİHAT MUSTUL: Doğan Abi, biliyorsunuz ki Çıtlık Dergisi olarak bir söyleşi dizisi yapıyoruz. Sizinle yapacağımız söyleşi de üçüncü söyleşimiz. Elbette ki biz sizi tanıyoruz. Ama tanımayanların da olması doğaldır. Bu yüzden, Doğan Altay kimdir?
DOĞAN ATLAY: Ben Öğretmen Neşri Atlay’ın oğluyum. 1930 doğumluyum. İlkokula 1937 yılında Mut’ta başladım. Çönıelek Köyü’nde de bitirdim. Sonra bir yıl terzi çıraklığı yaptım Mut’ta. Arkasından Düziçi Köy Enstitüsüne gittim. Orada üç yıl kaldım. Sonra sağlık koluna ayrıldım. Köy Enstitüleri köyün eğitimi kadar köyün sağlığını da düşünürdü. Sağlık okulu da Ankara Hasanoğlan’da. 1949 yılında orayı bitirerek köy sağlık memuru oldum. İlk göreve de Hocana Köyü’nde başladım. 27 yıl çalıştım; Mut’ta, Gülnar’da, Karaman’da. Arkasından da emekli oldum. Bu işte…
N.M.: Araştırmacı yazarsınız. Nasıl başladı bu araştırma ve yazma? Nerelerde yazdınız?
D.A.: Şimdi bu araştırmacılık yaratılışımda varmış benim. Babamdan ya da daha eskilerden gelme. Yani genetik bir şey gibi geliyor. Bu 27 yıl görev yaptığım köylerde bazı kültürel saptamalar yapmışım bilmeziye. Sonra buraya gelince o zamanın Halk Eğitim Müdürü Hilmi Dulkadir’le tanıştım. Enerjik, bilgili, çalışkan bir adam. O, benim bu birikimlerimi yazıya dökmemi sağladı. Ufak tefek yazmaya başladım. Yazdıkça hoşuma gitti, hoşuma gittikçe yazdım, yazdıkça araştırdım… Bu da hoşuma gidiyordu. İnsanlar da bana değer verdi ve bana ‘araştırmacı’ dediler. Sağ olsunlar. Onların gözünde sayılı bir adam oldum.
Yazdığım yerlere gelince; Halk Eğitim Bülteninde, Mersin ADD’nin İleti dergisinde, en çok da Mersin’de çıkan İçel Kültürü dergisinde, Aykırı-sanat’ta, Gerçemek’te, Mut Çıtlık’ta, bir de Muttaki yerel gazetelerde.
Sempozyum ve konferanslara da katıldım; Mut’taki okullarda, Mersin’de, Gülnar’da, Kıbrıs’ta… Bütün bunlar benim için birer övünç kaynağı.
N.M.: Bugünlerde bir yapıtınız daha çıktı; “Mut Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”, Mut Belediyesi Yayınlarından. Kaçıncı kitap bu? Daha öncekiler?..
D.A.: Bu beşincisi galiba. İlki “Destanlarımız” diye bir çalışma. Mutlular Kollektif Şirketi çıkarmıştı onu. Yahya İnanıcı, hele hele Galip Şimşek’in desteğiyle. İkincisi “İçelli Halk Ozanları”. Bunu İçel Valiliği çıkardı. Üçüncüsü “Karamanoğlu Beyliği Döneminde Mut”. Bunu da Mut Belediyesi bastırdı. Dördüncüsü Ensar Köse ile “Mut Claudiopolis”. Bu da Mut Belediyesinden. Bu kalınca bir kitap. Akademik, daha çok araştırmacılar için.
N.M.: “Sonunda kültürel alanda aranılır bir kimse durumuna geldim” diyorsunuz bir yazınızda. Bu aranmak nedir abi, bunun sorumluluğunu hep taşıdınız herhalde?
D.A.: Muhakkak. Sorulan sorulara cevap verebilmişiz ki bunlar halk taralından önemsenmiş. Beni tanıyan ya da tanımayan, çalışmalarımı önemsiyor. Ben de bundan gurur duyuyorum. Birisi geliyor, üniversiteden, başka yerden, ‘Mutta kimi bulacağız’, hemen beni gösteriyorlar. “Aranır kişi” dediğim bundan. Bunun çok onur verici tarafları var. Kazancını manevi. Sorumluluk da taşıyor. Beni bilir diye gelip bir şey soruyorlar. Bilmem diye kapıdan çevirirsem, ya ‘bilirdi bana söylemedi’ ya da ‘bu bişey bilmiyor, şarlatanın biri’ diye düşünür. Bunu bilebilmemiz lazım.
N.M.: Ne yazık ki halk kültürümüz hızla kaybolup gidiyor. Teknolojiye, hele hele yanlış kullanımına yenik düşüyoruz. Küresel dayat ma yabancı, yoz bir kültür yaratıyor, içimiz gidiyor. Bu konudaki düşünceleriniz?
D.A.: Bu bizim kontrolümüz, dışında. İster istemez, olacak. Kendi öz kültürümüz teknolojinin etkisiyle silinip gidecek. Bunun hakkından gelemeyiz. Ama unutmamak için var olanları koruyup, kaybolanları yazılara aktarmalıyız. Kendi kültürümüze sahip çıkmalıyız. Birçok kültürümüzü unuttuk zaten. Bandırma yapmak örneğin. Eskiden her evde yapılırdı. Şimdi ya Ermenek’ten ya Maraş’tan gelecek. Bulgur, tarhana, ekmek atmak… hep böyle. Bunlar kaçınılmaz. Çünkü satın almak daha ekonomik, daha kolay. Ama kendi yaptıklarımız daha iyiydi, en azından doğaldı.
N.M.: Kültür varlıklarımızı sergileyeceğimiz bir kültür müzemiz ya da eski bir Mut evimiz yok. Çıtlık bu konuda çabalarını sürdürüyor. Yaşat Manav, babasının evini böyle bir kültür müzesi yapmak istiyor. Gerekli parayı ayırmış. Ama henüz yeterli bir adım atılamadı. Bu konuda Mut halkına neler söylemek istersiniz?
D.A.: Böyle bir müze olsa… Şu oturduğumuz oda “Mut Araştırmaları Merkezi”. Bütün Mutlular buranın doğal üyesi. Fakat daha çalışmaya başlamadı. Ellerinde böyle kültürel varlık olanlar buraya getirsinler diyorum. Eski eşyalar… Ya da saklasınlar, kaybetmesinler. Ücret isterlerse ücret bile verilebilir. Şimdi kaç yıldır bir çığırgan (pamuğu çekirdeğinden ayıran aygıt) arıyorum ben. Bulamadım. Bulabilirsem hemen 50 lira veririm. Çığırgan; hani gıcır gıcır ederdi ya, hatta bilmecelere bile konu olmuştu. “Benim bir dağım var, bir yanına kar yağdırır bir yanına dolu.” Çığırgan işte bu. Ama şimdi kimse bilmiyor. Böyle bir müze olsa olur işte. Saban, düven gibilerini resimleyerek kayıt altına almıştım ben. Fotoğraf makinem yoktu o zaman. Çulfalık bile kalmadı. Akşehir’e gidince eski bir ev gezdim ben. İçi kültür dolu. Çok duygulandım. Gelince başkana anlattım. “Dedenin evini eski Mut evine çevirelim, görüşelim, hatta Akşehir’e gidelim” dedi, sıcak karşıladı. Ama gidemedik. Öyle kaldı. Bize düşen görev, zaman zaman anımsatmak. Elimizden ancak bu gelir. Belediye Meclisinin karar alması gerekir, belediye yapar bu işi. Elimizdeki varlıkların kaybolmaması için böyle bir yer gerekir.
N.M.: Gasap Musa’nın babası Cıngıllı Hasan dokuz kez evlenmiş. Dokuz Mutlu kitabımda ben de onu “Mut’un evlenme şampiyonu” yapmıştım. İşte tam o sırada da siz, “Babamın dedesi 20 kez evlenmiş” demiştiniz. Şampiyon değişmişti. Kimdi bu yeni şampiyon abi?
D.A.: Bu, Hacı Abidin Paşa torunlarından Ali Safi Bey. Çok huysuz, rahatına düşkün, beğenmez tipli biriymiş. Hoşuna giden bir kadın bulamamış. İkisini bir arada almamış, birini boşamadan bir başkasını getirmemiş, bir haftada ayrıldıkları da olmuş, bir iki yıl yaşadıkları da. Hoşuna giden birini bulamamış. 20 değil 22 evlenmiş. (Oooo!.. Değil Türkiye, dünya şampiyonu olmuştu şimdi de. – N.M.) Babam bunların 14’ünü adlandırmış, gerisini belirleyememişti. 1922 yılında ölmüş, öldüğünde de bekârmış bu Ali Safi Bey.
N.M.: Sağlık durumunuz nasıl?
D.A.: Valla, yaşım 78, 79’a giriyorum, 80 diyelim şuna ortalama. Yolun tümüne yakın. Arkadaşlar bazen sorarlar, “nasılsın” diye. “Bana yalan söyletmeyin” derim ben de. Sorulunca ‘iyiyim’ demek usulden ya, iyiyim deyince ben yalan söylemiş oluyorum. Bana yalan söyletmeyin dediğim yer burası. Yürümem zor, unutkanlık var. Aslında okuma yazmayı çok seven birisiydim. Okuyamaz oldum. Bu yıl koca yaz geçti, iki kitap ancak okuyabildim yaylada. Geçen yıl hastaydım, bunu da yapamamıştım. Yazmaya gelince, pek yapamaz oldum. İsteksizlik var. Olacak. Şikâyetlenmiyorum. Yatalak bir durumum yok.
N.M.: Yapmayı çok istediğiniz ama yapamadığınız bir şey var mı?
D.A.: Somut bir şey gösteremem. Ama ölünceye kadar okumayı ve yazmayı çok isterdim. Bunları yapamaz oldum. Gezmeyi ve tespitler yapmayı da çok severdim, bunları da yapamaz oldum. Daha çok kitap yazmak isterdim.
N.M.: “Eskiden…” denilince en çok neyi özlüyorsunuz?
D.A.: İnsanın doğasında geçmişe özlem vardır. Herkeste vardır bu özlem. Örneğin ben 1950’li, 1940’lı yılları çok özlerim. 30’lu yıllara pek aklım ermez. Fakat ondan berisini özleyerek anlatırım. Ne bileyim, insan duygulanır tabi, bir yeri yıkılır gibi. Yaşayanlar bilir bunu. Özlemle karışık bir duygu. Eşek, at hepsi eski oldu. Her evde bir eşek, bir at olurdu. Ben de at besledim.
Gayet iyi atlara bindim. At bambaşka. Bu duyguyu anlatamayacağım şimdi. Atı anlatırken bazı anılarım var, duygulanırım, gözlerim yaşarır.
Eski deyince, Mutlular suyu Kalepınarı’ndan alırdı. Mut’a ilk su 1954’de mi ne geldi, yılını tam bilemiyorum. Ne çekerdik. İki güğüm, eşeğin biri bir tarafına, biri bir tarafına. Sucular vardı. Sucu Sultan’ı biliyorum. Dört gaz tenekesi, eşeğin üzerinde de iskele gibi bir aygıt, tenekenin ikisi bir yana, ikisi bir yana. Dört teneke su 5 kuruş. Evlerde büyük küpler olurdu, onlara boşaltırdı. Yunaklık vardı. Şimdiki Baykan Oteli’nin arkasındaydı. Çamaşır orada yunurdu. Otelin önünde de Köşk Pınarı vardı, suyu oradan giderdi. Yanılmıyorsam 15 kadar ocak vardı bu yunaklıkta. Her ocağın yanında yunak taşıyla su teknesi vardı. Su her tekneye dağılırdı.
Eski elektrik fabrikası vardı ya, orası ilk başta iplik fabrikası olarak yapılmıştı. Ama çalıştırılamadı. Kalepınarı ve Köşk Pınarının suyu oraya akıtılarak ilk elektrik orada üretildi. Parlatan bakardı oraya da. Saat 11-12’ye kadar korsen korsen yanar, o saatten sonra da kesilirdi.
Hepsi eski oldu şimdi bunların.
N.M.: Tabi ki çıngırdağa bindiniz. Peki çıngırdak yaptınız mı hiç?
D.A.: Çok bindim. Yaptığımı bilmiyorum, yapmadım herhalde. Çıngırağın iki parçası var. Birine söbedek deriz. Bunun bir ucu yere çakılır. Dışarıda kalanı bir metre kadardır. Bunun ucu da yuvarlakça sivreltilir. İkinci parça bir direktir. Direğin kalın tarafına, bir metre kadar içeriye doğru, söbedeğin ucu girecek şekilde bir yuva açılır. Direk söbedeğe oturtulunca üç dört kişi kalın tarafa, bir kişi de direğin ucuna, ince tarafına biner. O bir kişi, üç dört kişinin ağırlığına göre ya ileriye gider ya da geriye, dengeyi sağlar. Çıngırak döndürülmez, cıvılır. Direğin inişi ve kalkışında ayrı ayrı sesler çıkar. Su dolabı, kağnı gibi. İnsanı rahatsız etmez bu sesler, monoton değildir. Dönmeyi uçtaki çocuk yönlendirir. Yere dokununca yeniden sıçrar. Bu işler bir uyum içinde yürür. Tabi usanıncaya kadar. Bir de işin şaka yanı var. Kalın yandaki üç dört kişi ağır basar da uçtaki çocuğu havada bırakabilirse, hareketsiz, ona sorarlar, “nişanlın kim, sevdiğin kim” diye. Söylemezse indirmezler. Nasıl söylesin o kadar insanın içinde. Zor. Ama çocuk da zor durumda. Sonunda söyler. Söyleyince de indirirler. Çıngırak böyle bir şey. Hatta şimdi bile yapılabilir. Çıngırak da denilir çıngırdak da. Çam dallarından yapılır. İyi ses çıkarması için kömürle yağ korduk, söbedeğin ucuna ya da yuvanın içine.
N.M.: Siz Mut’un tarihini de araştırdınız. Mut sözcüğünün anlamını ve Mut’un tarihini kısaca anlatır mısınız? Tabi bu konuda farklı görüşler de var.
D.A.: Mut tarihi araştırmaya muhtaç. Şu anda tartışma halinde. Mut adı öz Türkçe. Benim tespitlerime göre; Orta Asya’da bir Mut kavmi var, bir Mut şehri var, 12. yy.da, göçün yoğun olduğu dönemde. Bu şehirden çok kalabalık bir kavim koparak Anadolu’ya gelmiş. Anadolu’da da Konya Selçukluları hüküm sürüyor. Anadolu’nun her yeri boş ama, ileride başımıza sorun olur diye, Selçuklular bunları beş on çadır bir yere, beş on çadır bir yere yerleştiriyorlar. Benim belirlediğim, Anadolu’da 22 tane Mut ya da Mut’a yakın yer adı var. İşte bunlardan birisi de bizim buralara gelmiş. Şimdiki Mutöreni dediğimiz yere yerleşmiş. Kalede de Ermeniler var. Gelenlerin hayvanları var, Mutöreni kışlak, yazın Toroslara gidiyorlar. Tabi varsayımlar da var bu işin içinde. Müslüman bunlar. Şimdi Dağ Cami dediğimiz camiyi yaptırıyorlar. Ermeniler bunlardan rahatsız olmaya başlıyor. Selçuklu Sultanı, Karamanoğlu Beyine “Git oralardaki kaleleri al, senin olsun” diyor. Karamanoğulları önce Ermenek’e, sonra Mut’a geliyorlar. Kaleyi kuşatırlar. Ermeniler kaçarlar. Kale boşalınca Mutöreni’nde oturanlar kalenin içine yerleşirler. Böylece kale de Mut Kalesi oluyor.
Mut adına gelince, mutluluk, sağlık demektir. Babamın tespitine göre de çayırlık, çimenlik, bereketli yerler.
N.M.: Bir anınız…
D.A.: Şimdi, ha deyince insanın aklına gelmez ya, ama bir anımı anlatayım. 1947’de Ankara’da öğrenciyken Mut’a geliyorum. O zaman trenle yapılır yolculuk. Tren de beni tutar. İstasyona varır varmaz başlar benim midem bulanmaya. Kömür kokusunu hiç sevmem. Ulukışla’ya gelince ineriz. Adana’dan Konya’ya giden trene aktarma olur, Karaman’a geliriz. Ondan beriye de nasıl gelirsek geliriz. Ulukışla’ya geldim ama, yorgunluktan, hastalıktan bitkin bir durumdayım. Yola devam edecek durumda değilim. Otelimsi bir yer var. Ulukışla’da Mut’tan ufak bir yer. “Ben hastayım, biraz yatmak istiyorum” dedim otelciye. Bana bir oda gösteriverdi. ikindiye kadar uyumuşum. Uyanınca kendime gelmişim biraz. İkindiye kadar Ulukışla’yı bir gezeyim dedim şöyle. İstasyon gibi değil şehrin içi. Şehir diyecek hayır yok. Bir terzi dükkânının önünden geçip giderken, terzi çağırdı beni. Herhalde biraz dikkatli bakmışım ki, daha önce terzi çıraklığı yapmıştım ya. “Nerelisin?” “Mutluyum.” Biraz oturduk. “Mut’u anlat” dedi. Düşündüm, nesini anlatayım Mut’un, Mut’u bilmem ki. Adama karşı utandım. İlk fırsatta Mut’u belleyeceğim dedim, daha belleyebilmiş değilim ama!.. İşte bundan sonra Mut sevdam başladı.
Bir anım daha var, şimdi aklıma geldi. Ben terzi yanında çalıştım ya… 14-15 yaşlarındayım. Ressam Ethem Aydın’ın babası Müderris Hoca özel bir kütüphane açtı. Kendisi hem müderristi (öğretmen) hem saatçiydi. Dükkânının bir odasını kütüphane yaptı. Geceliği 5 kuruşa kitap verirdi. Pahalıymış ama ne bileyim. Aldığım bahşişleri ben Müderris Hocaya verirdim. Geceliği 5 liraya kitap okurdum. Kitap ikinci güne kalırsa ne olacak? Olmaz. Uykusuz uykusuz dükkâna varınca terziliği de öğrenemedim. Bunu da hiç unutamam.
N.M.: Gelecek günlerde kaygı mı çok umut mu sizce?
D.A.: Valla, umutsuz insan olmaz, insan hep umutla yaşar. Çok karamsar olunursa yaşamın tadı kalmaz. Umut daha baskın gelir her yerde.
N.M.: Son olarak, Çıtlık Dergisi’ni nasıl buluyorsunuz?
D.A.: Mut için, Mut kültürü için yaşatılması gereken bir yayın organı. Çok değerli bir yayın. Bunun yaşatılması gerekir. Ama nasıl? Onu ben bilemem. Okutulması gerekir. Nasıl okutulur? Ben önerebilirim ancak. Mut kültürüne büyük bir hizmet.
N.M.: Sizi daha fazla yormayalım abi. Siz de Mut kültürüne büyük emekler harcadınız. Söyleşi için çok teşekkür ediyorum. Ömrünüz uzun olsun.
D.A.: Ben de teşekkür ediyorum.
Not: Bu söyleşi Mut Çıtlık Kültür ve Sanat Dergisi tarafından yapılmıştır. (yıl 2009)