Bilindiği gibi her sayımızda bir Mutluyla söyleşi yapıyoruz. Ama bu seferki söyleşi konuğumuz insan değil. Mut’un ünlü çınarları. Onlarla söyleşi yapmamak ilk başta onlara, arkasından da Mut’a haksızlık olur. Çünkü onlar Mut’tun çok özelleri ve Mut’un bilgeleridirler. İşte onlara sorduğumuz sorular ve aldığımız yanıtlar:
Nihat Mustul: Denilir ki, “Beş çınar/ Bir pınar/ Değilse Mut yanar.” Doğru mu bu?
Çınarlar: Hem doğru hem yanlış aslında. Demirci Ali’ye, Mut’u bilmeyen bir arkadaşı telefonla, “Mut nasıl bir memleket?” diye sormuş. O da, “Yazın cehenneme on dakikalık bir yer” demiş. Ama eskiden daha da doğruydu bu yönüyle. Çünkü o zamanlar şimdiki gibi soğutucu araçları ve mahallelerde su yoktu. İnsanların birçoğu suyunu buradan götürürdü. Fadime Teyze, Kör Ali, Rahime Abla gibi sucular da vardı, omuzlarda güğümlerle ya da eşeklerle su çekilirdi. Yine doğru, eskiden biz beş çınardık. Ama şimdi çoğaldık, yenilerimiz dikildi. Oysa bizim beşimiz dikilmedik, kendiliğimizden bitip büyüdük. Pınar işine gelince, işte hem doğruluk hem yanlışlık burada. Bir değil iki pınar vardı aslında eskiden burada. Birisi herkesin gördüğü Kalepınarı’ydı, birisi de şimdiki Baykan Oteli’nin yanı başındaki Köşkpınarı’ydı. Yol, köprü, inşaat yüzünden bu pınar görünmez oldu. Bu yüzden “Bir pınar” denildi. Ama yukarıdaki sözü esas, “Beş çınar/ İki pınar/Değilse Mut yanar” diye ilk Silifkeli Hakkı Lobut söylemiştir.
Nihat Mustul: Sizler yerine siz diyorum size. İçimden böyle geçiyor, hepiniz bir bütün gibisiniz sanki. Şimdi de şunu sormak istiyorum: Kaç yaşındasınız gerçekten siz?
Çınarlar: Bizim yaşımız gövdemizde yazılı. Bunu okumak da orman mühendislerinin işi. Ama şunu söyleyebiliriz size, üç asrın üzerindeyiz biz. Aklımıza gelip de gününü saatini tam olarak yazmamışız bir yere. Hem kalem kağıt bulmak kolay mıydı o zamanlar?
Nihat Mustul: Yıllar önce, “Mut’un Bilgeleri” demiştim ben size. Bunun ne kadar doğru olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Şu kat kat, kucak kucak gövdenizden, kucak gibi yayılmış uzun, kalın ve geniş dallarınızdan, büyük ve büyülü bir başyapıt gibi gökyüzüne uzanışınızdan, ak saçlı delikanlılığınızdan ve dağıttığınız sevgiden, aşktan, umuttan ve tabi ki yaşınızdan anlıyorum bunu.
Çınarlar: Daha nice bilgeler var şu Mut’ta, bizden bilge.
Nihat Mustul: Bugüne kadar birçok söyleşi yaptım. Ama sizinle söyleşi yaparken zorlanıyorum. Bu zorlanmam sizden değil de, beni anlamakta zorlanacak olan insanlardan.
Çınarlar: Böyle bir kaygı taşıyabilirsiniz, bu doğal. Biz nice insanlar biliriz, kapısındaki atla, eşekle, öküzle dertleşip söyleşen, yine ağaçlarla sırdaşlaşan. Sizinki de böyle bir şey, ama sizin onlardan farkınız, sizin bunu sesli yapmanız. Üstelik kimler söyleşmedi, kimler dertleşmedi ki bizimle. Kalın gövdelerimiz yalnızca zaman kalınlığı değil ki. Gövdelerimize yaslanmış kaç insan sırtı, dallarımızda kaç insan fotoğrafı var acaba? Bir anne, bir baba, bir sevgili gibi nice gözyaşları aktı bize, ne acılar, ne sessiz çığlıklar, ne çaresizlikler ve ne dostluklar ve kahkahalar paylaştık. Biz bu kadar büyüksek, bu büyüklüğümüzün büyük bir bölümü, bildiğimiz binlerce insanın ve çocukluğumuzdan sonraki Mut’un öyküsüdür.
Bir insan, en kimsesiz bir anında, dünyanın en güçsüz sandığı sırtını bize dayıyor, bir insan, oturmuş saatlerce düşünüyor, bir insan, belki bir yıldır işsiz, bir insan, belki beş parasız, Mut’un en varsıl insanıyla kendisini karşılaştırıyor, bir insan, kendisinden geçercesine yanındakine bir şeyler anlatıyor… Yüzlerceniz belki bunların hiç farkında bile değilsiniz. Ama biz hepsinin ayrımındayız, hepsinin tanığıyız.
Nihat Mustul: Sizinle konuşmak zor mu?
Çınarlar: İnsan yalnız insanla mı konuşur? Hayır. Ama sizin birçoğunuz birçoğunuzla bile konuşamıyorsunuz daha. Konuşmak yaklaşmak, anlamak, tanımak ve kaynaşmaktır. Ve dil bilmektir. Bizim dilimiz doğa dilidir, doğa dilinin inceliklerini bilmeyenlerin bizimle konuşması zor olur. Bir köylü toprakla, bir çoban sürüsüyle nasıl konuşur? Bizimle konuşmak da böyle bir şeydir.
Nihat Mustul: Yüzlerce yıldır hiç kapanmayan bir göze, bir kulağa benzetiyorum ben sizi. Nelere tanık oldunuz kim bilir, nelere?
Çınarlar: Siz insanlardan bir ayrıcalığımız var bizim. Siz gözlerinizi kapatırsanız göremezsiniz, kulaklarınızı kapatırsanız duyamazsınız. Bizimse her yerimiz gözümüz her yerimiz kulağımızdır. Sonra sizde uyku var. Uyuyunca göremezsiniz de duyamazsınız da. Bir saniye bile uyku yok bizde, kış uykusuna yatmamız gözümüzün, kulağımızın kapanması değildir bizde. Bu yüzden, ‘nelere’ değil, her şeye tanık olduk biz. Kitap olmaya kalksaydık, değil Mut’un, Türkiye’nin kâğıdı yetmezdi bize. Altımızda kaç kişi oturdu, kaç kişi geldi geçti buradan?.. Tilkili, tavşanlı, çakallı, keklikli günlerimiz bile oldu. Sesli sesli, sessiz sessiz ne ağıtlar duyduk biz burada, ne kahkahalar. Uyuyup kalanlar, bir başına saatlerce düşünenler, şakalar şamatalar, kavgalar barışmalar, düğünler, bayramlar, kutlamalar, yarışmalar, sıkılan palavralar, keyif çatmalar, doyumsuz söyleşiler, hükümet kurmalar, hükümet yıkmalar, işsizlikten kıvrananlar, sevdalanmalar, lokantaya gidemeyeceğinden, köyden getirdiği azığını utana sıkıla yiyenler…
Nihat Mustul: Biliyorum ki yaz sıcaklarında dallarınız çok geniş, gölgeniz çok koyu. Sanki bütün Mut altınıza sığacakmış gibi. Mut’un içinde eşiz bir yaylasınız. Sıcakta boğulan sizin altınızda alır soluğu. Hatta ben, yazın Mut’un kalbi diyorum, buraya. Ya kışın? Ben sizi yazın romana kışın şiire benzetiyorum. “Yaşamımda hiçbir zaman bir ağaç kadar güzel bir şiir görmedim” demiş W. Longfellow. Ne diyorsunuz?
Çınarlar: Ah!.. Yazın belki altınız ama kışın bir teneke parçası bile değiliz Mutluların gözünde. Doğru değil mi? Yazın Mut’un en birinci yeri, herkesin koşup geldiği, büyük bir keyifle soluklandığı yer burası, bizim koyu gölgelerimiz değil mi? Bizi övmekle bitiremez kimse. Ya kışın? Bir kişi bile gelip bizimle konuşup dertleşmez, bizi okşamaz, bize gülümsemez, hatta altımızdan geçer gider de selam vermez, günaydın demez, hatırımızı sormaz… Kusura bakmayın ama biraz böylesiniz siz insanlar.
Nihat Mustul: Buranın en canlı tanığı sizsiniz. Yetmiş seksen yıl öncesinden başlayarak buradaki değişiklikleri anlatabilir misiniz okuyucularımıza?
Çınarlar: Elbette. Eskiden böyle değildi burası. Şimdiki görüntünün hiçbirisi yoktu. İlkin buralar köpeklerin hav hav yeriydi. Önü sel yatağı bir dere, arkası eğrili büğrülü, taşlı topraklı, çalılı çırpılı, birkaç çınarlı, yemyeşil, gürül gürül bir subaşıydı. Tabi yıl yıl değişiklikler başladı. İlk havuz en yukarıdaki havuzdu. Çok eskiydi o. İri iri yılanbalıkları olurdu içinde. İlk çeşme de buradaydı, sıra çeşmeler daha sonra yapıldı. Aşağıdakiler daha sonraları yapıldı. Şimdiki Belediye Meclis Salonu’nun önünde su değirmeni vardı, adı da Kale Değirmeniydi. İzzet Ağa çalıştırırdı. Arkasında da belediyenin tabakhanesi ve kesimhanesi vardı. Tabakhanede deri işlenirdi. Sonra Şoför Kerim Usta, suyla dönen bir şarj dinamosu kurdu oraya. Radyo akülerini doldururdu. Mut İdman Yurdu’nun bir radyosu vardı, onu doldururdu. Ajans (haberler) gelince radyo sonuna kadar açılırdı. Mut’a ilk radyo da 1938’lerde girdi zaten. Aşağıdaki yüksek duvarlar yoktu, biraz bataklıktı aşağısı, yukarıya kıvrımlı, dar, toprak bir yolla çıkılırdı. Mesut Ünal’ın Belediye Başkanlığı döneminde park yapıldı orası. Sonra lokanta açıldı orada, polis karakolu, TEK binası oldu. Yukarı kısım, giderek daha bir önem kazandı. Ortada uzunlamasına, bol camlı, taş bir bina vardı. Memurlar Kulübü açıldı oraya. Hatta, Dr. Meriç’in dedesi Dolma İbrahim çalıştırırdı. Taş dibek vardı, bu dibekte Dolma İbrahim, 1 metre kadar uzunlukta bir el demiriyle kahve döverdi, kahve türül türül tüterdi. Şimdiki Cumhuriyet Caddesi’nin altında Mucuklu Hamdi Gürpınar’ın ve Reji (tekel) memuru İsmail Kılınç’ın evleri vardı. Sonra Hamdi Gürpınar’ın evi Hasanalioğlu’na satıldı. Otel, (Park Oteli) kahvehane, dükkan yapıldı oralara. Arkasından da belediye kamulaştırarak parkı genişletti. Özet olarak bunları söyleyebiliriz.
Nihat Mustul: Ya burada yaşanan birkaç olay?..
Çınarlar: Türkiye 21 Temmuz 1946’da ilk genel seçimlerle tanıştı. İşte Mut’taki bu ilk seçim burada yapıldı. Mut’un ilk sineması burada açıldı. Yıllar önce kimi bayramlar da burada kutlandı.
Yine 2. Dünya Savaşı yıllarıydı. Devlet köylüden vergi olarak buğday toplar, bunu da orduya verirdi. Mut’un buğday deposu da Taşhan’ın arkasındaki caminin bitişiğiydi. Deponun da görevlileri vardı…
Yine buğday toplanmış, toplanan buğday da Taşucu’na götürülecek. Götürülecek buğdayla toplanan buğday arasında epeyce bir fark var. Meğer kimi uyanıklar bu farkı uçurmuşlar.
Hemen buna bir çözüm bulunur. Fare yedi diye tutanak tutulur.
İşte o günlerde de Mut’a Mersin valisi geldi. Halk burada toplandı. Vali konuştu, konuştu, en sonunda da, “Bizden bir isteğiniz var mı Mutlular?” dedi. Berber Alaeddin söz istedi:
“İki tane sıçan istiyorum efendim sizden” dedi.
“İki tane sıçanı ne yapacaksın oğlum?”
“Çift süreceğim efendim.”
Vali daha da şaşırdı:
“Sıçanla çift mi sürülür oğlum?”
“On ton buğdayı yiyen sıçanla niye çift sürülmesin efendim?”
Yine 1940’lı yılların başları; Avcı Bayram, (Muhacır Bayram) Kızıldağ’da bir ayı vurur. Kızıldağ Mut’un bitişiği. Cumhuriyet Alanının Kale tarafındaki sıra dükkânlar yok daha, baştanbaşa duvar orası, hapishanenin havalandırma duvarı. O duvara ayıyı dayadı, omzunda da tüfek, vurduğu ayıyla fotoğraf çektirdi.
Bir dönem, bir iki basamakla, alt kısım üst kısım durumuna getirildi burası. Memur takımı bir yanda, halk tabakası bir yanda otururdu. Hiç içimize sinmezdi ama böyle bir ayrım yapıldı bir dönem, eskiden. Burada gazoz içmek ayrı bir keyifti. Paçalarını sıvayıp suyun içinde tavla oynardı insanlar. Buranın başkahramanıysa Av. Cofili‘ydi. Birkaç kişi hem onun arkadaşıydı, hem de hastası. Onu kızdırmak, ona okkalı okkalı küfürler ettirmek için onunla oyun oynarlar, kağıt çekerler, bahse girerler, yazı/tura atarlardı. Hileyle de hep yıkarlardı. Çiğ çiğ balık yedirmek, elbisesiyle havuza girip balık tutturmak, koca bir lahanayı yiyip tükettirmek için yemekler, dondurmalar yedirirlerdi ona.
Onun o filozofsu sesi hala kulaklarımızda çınlar. Bizce, buraya bir anıt daha dikilecekse, kesinlikle onun anıtı olmalıdır.
Nihat Mustul: Aşkı sormak istiyorum size. Sizde nasıldır aşk işleri?
Çınarlar: Bizde aşk yaşamaktır; sular içinde coşmak çoğalmaktır, her andır ve kendimizdir, kendimizledir. Ve bizim aşkımızın en aşkın hali, hani dallarımızın ucunda kimisi tek, kimisi birkaç tespih tanesi gibi dizilmiş, kahverengi, ceviz büyüklüğünde, üzeri tüylü, tohum dolu meyvelerimiz var ya, işte onların eşsiz bir zevkle tozduğu saatler, dakikalar ve anlardır. Bir de bizde aşk, sizi aşklandırmaktır. Susuz yaşayamayız ama en çok güneşe aşığız biz. Güneşin en az olduğu yerlerde boyumuzun en uzun olması bundandır. Tomurcuklanmamız, gün gün yapraklanmamız, dallarımızın altına yüzlerce insanı toplamamız, üstümdeki börtü böcek, serçeler, en ince esintilerde bile kımıl kımıl şarkılaşışımız, sonra yapraklarımızın dökülüşü, renk cümbüşü, yeri bir halı gibi süsleyişleri, yerdeki çıtırtıları ve bir insanın bizimle dertleşmesi, sırtını bize yaslaması, bize türküler yakıp şiirler yazması, gölgemizde yazın bir gazoz ya da tavşankanı bir çay içerken çekilen dünyanın en güzel “oh!”unu duymamız, hepsi birer aşk değil mi? Boyumuz, yaşımız aşk değil mi? Ala şafaklarda buralardan geçenler, cıvıl cıvıl yüzlerce sesli, günün ilk koro günaydınını duyarlar. Bulunmaz ve doyulmaz bir an ve bir duygu bu. Bizi yurt yapmış yüzlerce serçenin aşkı bu. Peki, bir yurdun, yurttaşlarının aşkına olan aşkı değil mi bu? Şimdi sorsak size, Mut’ta kaç kişi böyle bir yurdun ve böyle bir koronun farkında ve bu koro günaydınına ‘günaydın’ dedi acaba.
Aşk deyince aklımıza ne geldi bir de, sekiz on yıl öncesinin bir şubat günüydü. Buradaki bütün ağaçlar yapraklarımızı dökmüştük. Farkındasınızdır, hani Karacaoğlan Karacakız anıtının yanı başında küçücük bir söğüt ağacı var ya, yalnızca onun anıtın üzerine doğru uzanan dalı yemyeşil duruyordu. İşte bunu Eğitim-Sen’in bahçesinden bir öğretmen fark etmiş ve soluğu burada almıştı. Çok şaşırmıştı buna. Sormuştu da bunun nedenini. Ve “Karacaoğlan’la Karacakız’ın aşkından” yanıtını almıştı.
Bizim aşkımız aslında sizin aşkınızdandır.
Nihat Mustul: Sorunlarını çözememiş toplumlarda deli de çok olur, dilenci de. Ne deliler, ne dilenciler gördünüz kim bilir? Her köyün, her kasabanın, her şehrin delileri olur ya…
Çınarlar: Bir toplumdaki delilerin çokluğu o toplumdaki insanlığın azlığıdır aslında. Saymakla, anlatmakla bitmez bunlar. Ama isterseniz eskilerden birkaçını söyleyeyim size. Bunda aşağılamak da yok, alınmak da. Biz yalnızca tanığız.
Deli Sarı: Belli dönemlerde delirirdi, yerinde duramazdı, yıldırım gibi giderdi, çocuklar çok korkardı… Ama zararsızdı.
Deli Yusuf (Yusuf Ağa): “Evrene/Beci’ye” diye kızdırılırdı. Kızınca elindeki asayı fırlatır, çırçıplak soyunurdu. Zarasızdı.
Alo: Hiç ayakkabı giymezdi, yalınayak gezerdi.
Deli Eşe: Gözlerini sürmeler, ev ev öteberi isterdi, arkasından da oynayıverirdi.
Deli Hüseyin: Yürürken arabanın frenine basar, fren sesi çıkarırdı.
Deli Ahmet: Elinde, üzerinde incik boncuk, çekiç taşırdı, üç gün aç kalsa kimseden ekmek istemezdi.
Adam Azgını Abdullah: Bol küfrederdi, kimi insanlara yakım/tekerleme/taşlama türünde okumalar yapardı. Eline bir kâğıt verilir, o kağıt da birisine gelen mektup olur, okurdu da okurdu…
Nihat Mustul: Eskiyle ilgili neleri özlüyorsunuz?
Çınarlar: Çocukluk, gençlik ve orta yaş yıllarımızı, o günlerin doğallığını… Eskiden kalma bir biz, bir de su var şimdi burada. Gerçi su da değişti ya… O güzelim doğallığımız bir bir yok edildi. Hatta son yıllarda Süray Vural’ın, okkalı okkalı küfürlerini duyduk, eski doğallığımızdan kalma son kırıntılar kaldırılırken. O günlerin doğallığını özlüyoruz biz. Bir de, aşağıda bir su değirmeni vardı eskiden, başlı başına bir kültürdü su değirmeni olayı. Ne yazık ki kayboldu gitti, teknolojiye yenildi. Bu kültürü yaşatmak gerekir, simgesel de olsa oraya bir su değirmeninin yapılmasını çok istiyoruz. Mut’un çınarları olarak, bütün içtenliğimizle söylüyoruz bunu. Eski kuşakla yeni kuşak arasında bir kültür köprüsü… Eski kültür böyle unutulmaz, yeni kuşak böyle önemsenir çünkü.
Nihat Mustul: Daha kaç yıl yaşamak niyetindesiniz?
Çınarlar: Bin yaşında olanlarımız var bizim. Bu biraz da siz insanlara bağlı.
Nihat Mustul: Çıtlığı ve Çıtlık’ı tanıyor musunuz?
Çınarlar: Elbette. Mutlu, hatta Toroslu olup da çıtlığı tanımayan var mı ki?! Çoktu eskiden buralarda. Hele birisiyle çok yakın komşuyduk. Şu duvarın dibindeydi. Çokları kesildi gitti. Yine de bir el sallasak, ellisi el sallar. Çıtlık ağacı çok dayanıklı bir ağaç. Ve de aykırı. Çünkü başka bütün meyve ve sebzeler ilk başta yemyeşil olurlar, olgunlaştıkça kızarır ya da sararırlar, çıtlıksa tam tersine, ilk başta kıpkızıl olur, olgunlaştıkça da göğerir. Çıtlak’a gelince; iki yıldır tanıyoruz onu, iki yıldır Mut Kayısı Şenliklerinde, Mut halkına çıtlık kahvesi içirir burada, bizim gölgemizde, şairler yazarlar getirir… Hatta geçen yılki şenliklerde “Kültür Müzesi İstiyoruz” diye afiş astı bizim dallarımıza.
Nihat Mustul: Sizinle söyleşi yapmak büyük bir keyif. İnanıyorum ki sizinle konuşmak isteyen çoğalacaktır bundan sonra. Buna hazırlıklı olun. Bilgece bir ışık yaktınız geriye doğru. Çok teşekkür ediyorum size. Ömrünüz çok çok uzun olsun. Mut’u kime sorarız sonra? Mut’un içinde hangi yaylamız var başka?..
BİLGİ: BU SÖYLEŞİ MUT ÇITLIK KÜLTÜR SANAT DERGİSİ ADINA YAZARIMIZ NİHAT MUSTUL TARAFINDAN HAZIRLANMIŞ VE ÇITLIK’IN 13. SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR (29.04.2010)
Fotoğraf: Güven Orhan