DOLAR
32,4560
EURO
34,7804
ALTIN
2.479,86
BIST
9.530,47
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Mersin
Az Bulutlu
23°C
Mersin
23°C
Az Bulutlu
Cuma Az Bulutlu
22°C
Cumartesi Az Bulutlu
22°C
Pazar Az Bulutlu
22°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
23°C

FOTOĞRAFÇI ORHAN (ORHAN KURTULAN) İLE SÖYLEŞİ

FOTOĞRAFÇI ORHAN (ORHAN KURTULAN) İLE SÖYLEŞİ
26.12.2018
A+
A-

NİHAT MUSTUL: Nasılsın Orhan Abi, sağlığın nasıl, yüzün yine gülücüklü?..

ORHAN KURTULAN: Teşekkür ederim, teşekkür ederim!.. Gülmesini bilen insanın sağlığı da yerinde olur. Her şeye ilgisi de iyi olur. Sırıtmasını hiç sevmem. Başkasının öfkeyle baktığına ben gülerek bakmayı seviyorum. Bir insanı çok öfkeli görmek benim çok zor bir anımdır. Somurtmayı sevmiyorum. Karşımdan gelene gülümserim ben.
Sağlığıma gelince, çok iyiyim. Yememe içmeme çok dikkat ederim. Gereksiz yere karnımı doyurmayı hiç sevmem. Karnımı doyurup da çekilince, “öf be, çok yemişim!” demem kolay kolay. Beslenmeme dikkat ediyorum. Otuz yılı geçti apandis ameliyatı olalı, bir tek bu. Başka bir hastalık görmedim. Hareketliyim, hareketli olmayı, yürümeyi seviyorum. Spor olarak bir şey yapmadım ama bünyemin çalışmasına çok dikkat ediyorum.

NİHAT MUSTUL: Orhan Kutulan denildiği zaman belki çok az insan bilmeyebilir seni Mut’ta, ama Fotoğrafçı Orhan denilince bilmeyen yoktur. Doğru mu?

ORHAN KURTULAN: Şimdi, Mut’ta fotoğrafçılık pek yok daha. Bu işe ilk başlayanlardan birisi de benim. Fotoğraf çok kullanılan bir şey değil daha. İlk önce tapuda, evlendirme dairesinde ve nüfusta başladı. Diplomalarda yok. Günde bir iki fotoğraf çekerken çoğalmaya başladı birden. Doğru, soyadımı belki birçok insan bilmez ama adımı bilir, mesleğimi bilir, “Fotoğrafçı Orhan” olarak bilirler beni. Köyler için daha da geçerli bu. Köy deyince, bir şey daha söylemek istiyorum burada, eskiden köylerde evlenecek olan kızla oğlanın yanına yaşlı bir kadın verilir, “gidin fotoğraf çektirin gelin” denilirdi. Fotoğraf çektirmek nikâh kıydırmak sayılırdı sanki. Nikâhı köylerde muhtarlar kıyardı o zaman. Fotoğraf çektirdikten sonra nikâh kıydırmayan çok insan tanırım ben. Gelenleri dükkânın önündeki sandalyeye oturtur, şip şak çekerdik fotoğraflarını. Benim soyadım değil yaptığım iş önemliydi. Köylere varınca, kadın erkek beni görünce, “Orhan Abi beni bildin mi? Bizim nikâh fotoğrafımızı sen çekmiştin” derlerdi. Fotoğrafı, fotoğrafçılığı, fotoğraf makinesini görüyorlardı bende. Bu her meslekte böyle.

NİHAT MUSTUL: Herkes seni bilse de, okuyucularımız senin ağzından duysun istersen senin kim olduğunu. Kendini tanıtır mısın bize?

ORHAN KURTULAN: 1936’da Mut’ta doğmuşum. 73 yaşındayım yani. Önce Kale sonra Doğancı Mahallelerinde oturmuşuz. İkisi kız üç kardeşiz. Babama Kadıköylü Hasan derlerdi. Bakkaliye, arkasından da tuhafiye işleriyle uğraştı. Çocukluğum babamın yanında geçti. 1942 yılında Cumhuriyet İlkokulu’nda okula başladım. İlkokulu bitirdim ama ortaokul yok Mut’ta. Babamın yanında çalışmaya başladım ben de. Esnaflığım böyle başladı. Yavaş yavaş herkes beni tanıdı. Hatta cumaları köylüler Mut’a gelir ya, birçok asker mektubunun zarfını bana yazdırırlardı. Çarşının içinde okuryazar çok azdı. Daha sonra babam beni Kunduracı Şavkı Usta’nın yanına çırak olarak verdi. Beş yıl çalıştım orada. Arkasından da Şavkı Usta’nın oğlu Ahmet Usta’nın yanında kalfa olarak çalıştım. İkisi erkek birisi kız, üç çocuğum var. Hasan, Harun, Ayşe.

NİHAT MUSTUL: Peki Abi, bu fotoğraf işi nasıl başladı, ne zaman başladı?

ORHAN KURTULAN: İşte benim fotoğrafa ilgi duyuşum Ahmet Usta’nın yanında başladı. Kunduracıydı ama üçayaklı Aliminut bir de fotoğraf makinesi vardı onun. Onu seyrederken hem ilgi duydum bu işe, hem de yapabileceğimi düşündüm. Bana öğretti de. O dükkânda yokken kimisinin fotoğrafını çekmeye bile başladım. Vesikalık (belgelik) fotoğraf çekiyorduk tabi.
Neyse, bir gün o üçayaklı makineden birisini de ben aldım. İşte böyle başladı benim fotoğrafçılığım.

NİHAT MUSTUL: Eskiden Mut’ta iki fotoğrafçıydınız; bu yıl ölen Fotoğrafçı Emin Amca ve sen. Fotoğraf konusunda aranızda bir fark var mıydı?

ORHAN KURTULAN: Emin Abi benden büyük tabi. Aramızda yirmi yaş kadar fark var. Benden de önce bu işte. Aynı fotoğraf makinesi onda da vardı. Ama onun asıl mesleği marangozluktu. Fotoğrafla az uğraşıyordu. Hatta bir ara makineyi götürüp eve bile koymuştu. Bir ara yanına gidip, “Usta bu işi birlikte yapalım, bildiklerini bana da öğret” dedim. Fotoğrafın yaygınlaştığı günler… Birinde Mersin’e birlikte gittik. Fotoğrafın yapılmasında beş çeşit ilaç kullanılır ya, bunlar da Mersin’de. Ben ne Mersin’i bilirim daha, ne de ilaçların satıldığı yeri, hatta ilaç almasını. Vesikalığın dışında pek fotoğraf çekmedi o, bildiğim kadarıyla.

NİHAT MUSTUL: Birçok insan fotoğrafla resmi karıştırıyor. Fotoğraf nedir, resim nedir abi?

ORHAN KURTULAN: Biraz da ağız alışkanlığı bu. Ama doğru. Şimdi fotoğraf, fotoğraf makinesiyle çekilen bir şey. Resimse elle çizilir. Fotoğraf Latince bir sözcük. Foto ışık, graf yazmak anlamındadır. Makinenin yardımıyla ışığı yazdırmaktır fotoğraf. Resimde oturtur adam karşısına sizi, kalemle sizi çizer.

NİHAT MUSTUL: İlk fotoğraf makineni (şimdi buna andurduran diyorlar) ve ilk çektiğin fotoğrafı anımsıyor musun?

ORHAN KURTULAN: İlk fotoğraf makinem üç ayaklıydı. Daha önce de söyledim. İlk çektiğim fotoğraf da annemindi. Evimizin önündeki merdivende çekmiştim, kötü mötü olur, kimse görmesin, “yapamamış” demesinler diye. Daha sonra değişik makineler kullandım tabi.

NİHAT MUSTUL: O zamanki fotoğraf makinelerinden ve fotoğraf çekme tekniklerinden biraz anlatır mısın?

ORHAN KURTULAN: Şimdiki fotoğrafçılıkla bizim zamanımızdaki fotoğrafçılık arasında çok fark var. Şimdi teknoloji ilerledi, şimdiki fotoğrafçılar ne ilacı bilirler ne de eski fotoğrafçılığı. Çıt bir düğmeye basıyorlar tamam, teknoloji sayesinde işi bitiriyorlar. Eskiden fotoğraf yapılırdı, şimdi fotoğraf çekilir. Çocuklar bile yapıyor bu işi. Kart bile yok, dijital diyorlar. Dükkân diye bir şey yoktu eskiden, Sabahleyin makineyi dışarı çıkarıp bağlardık. Fotoğraf çektirmek isteyen gelirdi. Yolun içindeki bir sandalyeye oturtur çekerdik fotoğrafını. On dakika sürerdi bu da. Siyah beyazdı tabi.
Üçayaklılar en eskiydi. Şimdiki bir fotoğraf odasının gördüğü işi görürdü o makineler. Önce arap çekilirdi. Bu arap karşıdaki tahtaya yapıştırılıp yeniden çekilirdi. Arkada birkaç kat siyah bez vardı. Karanlık oda işini görüyordu bu. İlaçların konduğu çekmeceler vardı. 20×35 boyutlarında bir fotoğraf atölyesi. İlaçları bir şişeye kor, iyice çalkalardık. Fotoğrafı bu ilaçlara batırırdık. Değilse çıkmazdı. Işıktan etkilenmesin diye ayrı bir ilaçlı su daha vardı.
Elektrik yok daha; güneş ışığı, söylemesi ayıp, ahırda bir yer icat ettim. Çünkü en karanlık yer orası. Ne kapatırsan kapat ev odaları ve dükkânlar o kadar karanlık olmuyor. Ahırı bile kullandık. Ne zorluklarla yaptık bu sanatı. Arkasından elektrikler geldi, biz de ahırdan kurtulduk.

Renk işi filmden olur, makineyle bir ilgisi yok. Ben 1957’de gördüm ilk renkli fotoğrafı, askerde. Fotoğrafçılık kursuna gittim. Mut’ta renkli fotoğraf hiç yapılmadı. Biz çeker çeker gönderirdik otobüsle, iki üç güne bir, Konya’ya, orada atölye vardı, onlar da renklendirir geri gönderirdi. Şimdi içimde bir istek var daha, malzemesini bulabilsem, dışarı makineyi kurup, fotoğraf çekesim var, sırf bu sanatı insanlar görsünler diye. Teknoloji, tamam da, tembelleştiriyor insanı. Benim zamanımda fotoğrafçılık sanattı. Sanat olacak sanat, şimdi sanat kalmadı. Bir bu değil, eskiden burada yirmiye yakın terzi, yine bir bu kadar kunduracı, dört bakırcı vardı. Sanat çarşısıydı burası. Şimdi işsizlikten bahsediyoruz. Benim istediğim, sanat olsun da insanlar iş bulsunlar. Sanat okullarını bundan istiyorum. Sanat okulunun kurucularından birisi de bendim burada. Bir nevi sanayi vardı o zamanlar Mut’ta.

NİHAT MUSTUL: Peki, fotoğraf çekmek nasıl bir duygu, fotoğraf çekerken neler hisseder insan?

ORHAN KURTULAN: Şimdi, doktor hastasını muayene edeceğinde pür dikkat dinler onu. Fotoğrafçı her türlü sanatı yapan insandır. Senin fotoğrafını çekeceğinde, senin haberin olmadan yapar bazı şeyleri. Askerde bir paşanın fotoğrafını çektim. Gömleğin yakasında birazcık gölge lekesi var. Fotoğrafı görünce “ne yaptın evladım” diye kızdı bana. ‘Yeniden çekeyim paşam” dediysem de, “Nasıl dikkat etmezsin, benim notumu kırarlar yarın bundan” dedi. Fotoğraf ışık oyunu zaten, ışığa çok dikkat etmek gerekir, gölgeye. Adamın üstüne gölge düşmeyecek. Karşıdaki insanın duruşu çok önemli tabi. En güzel gülme şekli, “a ha ha!..” değil, adama diyeceksin ki fotoğrafı çekileceğinde, “şu sözcüğü söyle: çizz!” İster sesli ister sessiz. En güzel gülme şekli bu. Benim kendim buldum bunu, kimse bilmez. Bakıyorum adamın suratı iki karış, “yahu seninle ben dövüştüm mü?” “Yo!” “Eee, suratın kırk kat!” Hele şu kaşının ortasını çatanı hiç sevmem. Kimi insan gülmesini bilmez, gül dersin, ya dişini gösterir, ya suratını kırk kat değiştirir.
Ummanı öğretmen bir gün beni çağırdı, “Gel de şu çocuklara fotoğraf makinesini bir anlatıver, gözle olan benzerliğini. Ben anlatıyorum anlatıyorum, pek anlamıyorlar” dedi. Üçayaklı makineyi omuzlayıp gittim. Makineyi kurup her şeyi bir bir gösterdim. Karşıya birini oturttum, sırayla hepsi baktı. Görüntü baş aşağı. Gülen gülene. Sarı leke, mercek… Daha sonra Ummanı Öğretmen’le yeniden karşılaştık yolda. Dedi ki bana, “Orhan, öyle güzel anlatmışsın ki çocuklara…” Görerek öğrenmişlerdi. Görmeden öğrenmek zordu.

NİHAT MUSTUL: Şimdi Abi, sen aynı zamanda bir kültür gönüllüsüsün. Mut kültürü konusunda bir takım çabaların oldu. Benim de en çok başvurduğum kişilerden birisisin. Belleğin çok güçlü. Mut’un yaşayan tarihi gibisin. Bu konularda neler söylemek istersin?

ORHAN KURTULAN: Evet, bu konuda belli çabalarım oldu. Turizm ve Tanıtma Derneği’nin yönetimindeydim ben. İlk başta, tiyatroyu biz getirttik Mut’a. Rahmetli Avni Toplu da çok severdi böyle işleri. “Buzlar Çözülmeden” adlı tiyatroyu getirdik. (Bu tiyatroyu ben de izlemiştim o zaman – N.M.) Daha sonra Mutluların kendisi bir tiyatro kurdu. Ben de rol aldım bu tiyatroda. Silifke’ye bile gösteriye gittik.
İlk Karacoğlan Şenlikleri’nde Esnaflar Derneği Başkanı’ydım ben. Tabi sonradan kayısı eklendi buna. Giderek Karacaoğlan da kalktı. Yıl 1962, Kaymakam, Belediye Başkanı, Jandarma Komutanı, Emniyet Amiri, Halkeğitim Müdürü, ben, altı kişi Karacoğlan Şenlikleri olarak başladık işe. Ödülüm bile var bu konuda. On altı tane âşık getirdik. Görülmemiş bir şey bu, Mut halkı dinledi bunları. Tabi, Sıtkı Soylu’nun büyük emeği var bu işlerde.
Yalnızcabağ Köyü’ne fotoğraf çekmeye gittim. Baktım, yaşlı bir kadın kuşak dokuyor. Hani çocuğu arkaya hopedince bağlanılan kuşak. Üzerindeki desen görülmedik bir şey. Hilmi Dulkadir de Halk Eğitim Müdürü, sever böyle şeyleri. ‘Mut’ta beş ayrı kültür bölgesi var’ dedim, ‘Hacıahmetli, Köselerli, Beci, Kıravga, Sarıkavak tarafı, hepsi ayrı birer kültür. Bunları değerlendirelim.’ Gidip fotoğraflarını çektim hep. Hepsini bir araya topladık. Kurslar açtık. Bunların kullandığı desenler hep ayrı ayrı. Sonra bir baktık, Köselerli’deki bir desen Hacıahmetli’yi tuttu. Bir araştırdık ki, Hacıahmetli’den Köselerli’ye bir gelin gitmiş. Onun işiymiş bu da. Bu çalışmaları bakanlığa gönderdik. Basıldı bile. Sergi açtık. Sanayi Bakanı geldi sergiye. Avni Toplu’nun hanımının gelinliğindeki seccadeyi getirip astım sergiye. 1939 yazıyor üstünde. Bakan bir baktı, şaşırdı kaldı güzelliğe. “Mutlu Olmak” diye bir dergi bile çıkardık. Bu dergiye Ankaradan da Fikret Otyam büyük destek verdi. Bir ara Ankara’ya gittik. Sanayi Bakanlığı’nın sergi salonunda çıkrığı sergiledik. Kadınların kimisi şaşırdı, ille “çalıştır da görelim” dedi. Pamuk götürmüştük. Saliha da vardı. “İşte ilk iplik fabrikası bu” dedim.

NİHAT MUSTUL: Peki, Mut Çıtlık Dergisi, Mut Kültür Müzesi’nin kurulması için belli çabalar sürdürüyor. Başta belediyemiz olmak üzere böyle bir müzeyi hep birlikte kuracağız. Buna ne diyorsun? Böyle bir kültür müzesi kurulunca, sen oraya ne bağışlamak istersin? Örneğin eski fotoğraf makinelerinden birisini…

ORHAN KURTULAN: Çok sevinirim, çok sevinirim… Üçayaklı makinem Mersin’de, gerekirse onu getiririm, gerekirse başka bir makine veririm. Bu kolay. Yeter ki kurulsun müze.

NİHAT MUSTUL: Bir de abi, hep ilgimi çekmiştir; katıldığın her cenazede, bu yaşına rağmen, mezarın içine bile iner, üstün başın hep toz çamur olur, gömü işlerinde en önde olursun. Bu bir alışkanlık mı, sorumluluk duygusu mu, nedir, bunu bize açıklar mısın?

ORHAN KURTULAN: Hem sorumluluk hem de alışkanlık işi bu. Seviyorum bu tür işleri yapmayı. En önemlisi de, cenaze işindeki gördüğüm bazı yanlışlıkların düzeltilmesi içindir. Bir zaman bir cenazede, ölenin bir çocuğu, “yüzünü bir açın da son kez bir daha göreyim babamı” dedi. Birisi “cenazenin yüzü açılmaz” diye tutturmasın mı!? Yine ‘kürek yere atılır’ diye bir yanlışlık var. Ölen mezarın içinde rahat etmeli, başının altı biraz yükseltilmeli… Bu tür yanlışlıkların yapılmaması için…

NİHAT MUSTUL: Yaşıtlarını, en yakın okul arkadaşlarını sormak istiyorum şimdi de? Gördüğüm kadarıyla yaşıtlarının içinde en sağlıklı, en diri olan sensin. Bunu neye bağlıyorsun abi?

ORHAN KURTULAN: Hepsi emekli oldu gerçi ya, ekseriyeti Mersin’de, Ankara’da. Dr. Mustafa Esen, Ahmet Esen, (öldü), Dr. Doğan Uçan, Öcal Başar, Doğan Örs… Epey var aslında. Aklıma gelmedi birden. Yaşat Manav benden bir yaş küçük. Sağlıklı oluşumu, beslenmeme, hareketliliğime ve güler yüzlü oluşuma bağlıyorum.

NİHAT MUSTUL: Bir yerlerde, bundan elli yıl önceki Mut olsa, oraya gider misin, gidersen kaç gün kalırsın?

ORHAN KURTULAN: Eski Mut çok küçüktü. Üç bin kadar nüfusu olduğu dönemi bahsediyorum. Kale Mahallesi Cumhuriyet Okulu ve Belediye Hizmet Binası’na kadardı, Doğancı Mahallesi Erikçi Camisi’yle Orman İşletmesi’ne kadardı, Pınarbaşı Mahallesi yine öyle, Meydan Mahallesi’nin adı Kabakçı Mahallesi’ydi ve Meydan Caddesi’ne kadardı, Karaman tarafı köprüden yüz metre ileriye kadardı, bu taraf da Macur Mahallesi’ydi. Otogar’ın karşısı, sakızlık ağaçlarıyla dolu mezarlıktı. Hilmi Aydın’ın oraya sinema yaptırmasıyla orası açılmaya başladı, mezarlar söküldü. Hatta biz dedemin mezarını oradan alıp Seydi Salih’e götürdük. Orman İşletmesi’nin olduğu yer spor sahasıydı, Meydan düzlüğü cirit alanıydı, düğünlerde cirit oynanırdı. Hastanenin arkasındaki mezarlık 1938’de başladı, ama 1942’de açıldı esas. Benim aklımın erdiğinde Mut’ta otel yoktu. İlk otel Dış Çarşı’da Hancı Kadir’in oteliydi. Daha sonra, şimdiki Kuyumcu Kamil’in olduğu yer otel oldu. Bu otelin altı da hayvan ahırıydı. Bir ara hükümet binası da oldu burası. Park Oteli daha sonra. Çınaraltı’nın Sinanlı Eczanesi tarafındaki köşesinde Tayyar Gürpınarların ve Kemal Kılıçların evleri vardı. Mesut Ünal’ın Belediye Başkanlığı döneminde yol açıldı oraya, köprüye dayandı. Eski köprü daha engindi, kemerli bir taş köprüydü hem de. Sonra Tayyar Ağbigilin evi yıkılarak yerine taş bir bina yapıldı. Tevfik Taş da otel yaptı o binayı: Park Oteli. Altı da Park Kahvesi’ydi. Sonra Hasanalioğulları aldı orayı. Son olarak da belediye istimlâk ederek parkı genişletti.
Eski Mut bu. Yabancı yok, herkes birbirini bilir, sever, acım desen herkes eve götürür, küs yok kırgın yok… Birisini çağırmasan bile düğüne gelir, hem eğlenir hem hizmetini sunar. Düğüne de gidilir ölüme de. İşte babamın ölümü örnek. 1963 yılının bir pazartesi sabahıydı. Çarşıda bir kahve, bir fırın, bir de dükkân açıktı sabah. Diğerlerinin tümü kapalıydı, herkes cenazeye koşmuştu. Mut insanının birbirine yakınlığı bu. Büyüklere sevgi saygı yine öyle. Yine boşanma davasını bilmezdi Mutlu, “filan karısını boşamış”, bu sözü hiç duymazdık. Sevilmez mi böyle bir Mut? Geçenlerde bir akrabamız öldü. Beşinci katta otururlardı. Cenazeyi asansörle indirip, ambulansla götürmüşler. Biz ta buradan vardık, aynı apartmanda oturan bir tanıdık beni görünce, “hayrola abi?” dedi. Haberi yok daha. Sevilmez mi böyle Mut?
Şimdiki Mut’u da seviyorum ben. İnsanlarını seviyorum. Bir memlekette herkes iyi olacak diye bir şey yok. Ekmeği yenilir suyu içilir bir memleket burası. İbrahim Tunca’nın Hanımı öldüğünde, beş kişi beş kişi taksiye binen gitti, gece Konya Mutlu doldu. Kan vermek için. Beni duygulandırmaz mı bu? Eski olsun yeni olsun, böyle bir Mut sevilmez mi?

NİHAT MUSTUL: Mutfakla aran nasıl abi; yemek, bulaşık işlerine karışıyor musun, en çok hangi yemeği seviyorsun?

ORHAN KURTULAN: Mutfakla aram çok iyi. Hanım evde yoksa hiç aç kalmam. Güzel yemek yaparım. Tırtar’da bir inşaatta beş yıl kaldım ben, hanım burada, bu da ondan. Yemeklerimi hep kendim yaptım orada. Hatta oradaki bayanlar yaptığım yemekleri çok beğenirdi. Ama hanım evde varsa bana hiç yemek yaptırmaz, her şeyi hazırlar. Hanımın yaptığı hiçbir yemeği beğenmezlik etmem. Yemeği tuzsuz pişirse bile, “buna tuz atmamışsın” demedim. Dedemden ebemden gördüm bunu. Onun sevgisini, muhabbetini kırmak istemem. Hanım Güme Köyü’nden. Çocukluk dönemi köyde geçti. İlk günlerde yemeği yapınca, “yapabilmiş miyim?” derdi. Ben de “çok güzel olmuş” derdim hep. Ben şehirden o köyden ya, “bak hele bak, yemek yapmasını bile bilmezmiş” denilme utangaçlığına düşürmemek için onu. Sevginin ne olduğunu iyi bilen birisiyim. Pis pas birisi de değilim. Mutfağı çok temiz tutarım.
En çok sevdiğim yemeğe gelince, yerel yemeklerin hepsini severim. Tarhana çorbası, maşlı pilav, turşuyla yenilebilecek bütün yemekler. Hiçbir yemek yadırgamam. Sabahları çaydan çok çorba içmeyi severim. Çay hastası değilim. Sigarayı da içkiyi de hiç içmedim.
Fotoğrafçıyız ya, düğünlerde tıraş düğünü olurdu eskiden, biz de fotoğraf çekmeye giderdik. Masalar dolar, herkes içerdi. İçmeyenler bile içmek zorunda kalırdı. Çalgıcılara istenilen havalar çaldırılırdı. Benim de omzumda fotoğraf makinem, tıraş olurken damadın fotoğrafını çekerdim. O sırada dayarlardı ağzıma rakı şişesini, ille içeceksin diye diretirlerdi. Çok dudağım kabardı. Ama gırtlağımdan da ileri geçmedi.

NİHAT MUSTUL: Abi seninle ilgili benim bir anım var. Köyden geldim ortaokula yazılacağım. Bazı belgeler istediler, tabi fotoğraf da. Ağabeyim de, Taş Han’ın girişinde, Nazire Hanım’ın evinde oturuyor. Fotoğrafçı Orhan’a çektireceğim fotoğrafı. İkindinden yerini öğrendim. Sabah çektireceğim. Akşam yattık. Bende bir heyecan bir heyecan! Sabahı nasıl ettim bilmiyorum. Yıldırım hızıyla giyinip sana koştum. Şu odaya gir aslanım, kravatla ceket asılı orda, onları giy dedin. Kravatı bir türlü takamadım. Az sonra sen geldin. Sen bir baktın ki benim gömlek ters. Gömleğimi çıkartıp yeniden giydirdin. Sen o zaman bana dedin ki, ulen oğlum, sen adam olsan da ben bir görsem! (Orhan Abi tam burada gülmekten yıkıldı. Ve de ekledi: Adam olmuş da benimle söyleşi bile yapıyorsun ya.) Bunu hiç unutmuyorum abi. Şimdi de mesleğinle ilgili sen bir anını anlatır mısın bize?

ORHAN KURTULAN: Beci Köyü’ne gittim bir gün. Üçayaklı makineyle çocukların fotoğrafını çekeceğim. Diploma için. Çocukları okutan da, Mustafa Erdal’ın babası Hulusi Hoca. O çağırdı beni. Fotoğraf daha yeni icat oluyor Beci’de. Fotoğrafçı gelmiş, fotoğrafçı gelmiş!.. Of!.. Önlük ve yakalık da götürürdük köylere giderken. Vardım köye. Yılbaşına yakın bir gün, yağmur yağmış. Çocuklar çıktılar dışarıya. Hiç unutmuyorum; kırk kadar çocuk var, on kadarının ayağında hiç ayakkabı yok, çırçıplak, beş altısının ayakkabısı ayakkabı değil, ikisinde nalin (takunya), çorap zaten hiç yok. On beş çocuğun fotoğrafı çekilecek. Bir arap dört beyaz, bir lira. On beş lira alacağım. Motorla gittim. Dedim ki rahmetli öğretmene, ayağı çıplak olanlardan bari para almayalım, kim ne getirirse.
Bir anım daha: Bir goca garı, arkasına beş yaşında bir çocuğu hopetmiş, çıkageldi, bu çocuğun bir fotoğrafını çekiver, babası askerde, ona yollayacağız dedi. Caminin önünde eskiden yemyeşil süs çalılıkları vardı. Bu tür fotoğrafları orada çekerdik. Kadına, getir çocuğu dedim. Çocuk kadının sırtından bir türlü inmez, cırlavık gibi bağırır. Bir tarafa kaydıracak olur, çocuk kedi gibi öbür tarafa kayar. Velhasıl bir türlü inmedi çocuk. Fotoğrafı da çekemedik. Böyle bir anı daha aklıma geldi: Sağlıkçı Hasan Abi vardı, Hasan Ün. Bir oğlu var bir kızı. Birbirlerini hiç sevmezler. Oğlan on beş, kız on iki yaşlarında. Kız bir eczacıyla evli Mersin’de. Oğlan& Aklıma gelmedi birden. Hanımıyla ikisi yan yana, ortaya da çocukları durduracağız. Böyle bir fotoğraf istiyor Hasan Abi. O ona çimdik atar o ona, bir o küser bir o, o onu durdurmadı o onu& Bu fotoğrafı da çekemedik bir türlü.

NİHAT MUSTUL: Peki, dergimiz hakkında neler düşünüyorsun?

ORHAN KURTULAN: Keşke gücümüz olsa da bir ayda çıkarabilsek bu dergiyi. Hem Mut’u anlatsak hem Mutluları. Çok büyük insanlarımız var aslında hem Mut’ta hem Mut dışında.

NİHAT MUSTUL: Abi diline, yüreğine sağlık, sağlıklı nice yıllar diliyorum sana, ömrün uzun olsun ki, Mut’un yakın tarihine ışık tut. Çok sağ ol!

ORHAN KURTULAN: Ben de teşekkür ediyorum. Amelelik de olsa, yapacağım bir şey varsa bu Mut için, Mut kültürü için, ben hep hazırım.


Not: Bu söyleşi MUT ÇITLIK Kültür Sanat Dergisi sahibi Nihat Mustul tarafından yapılmış 2009 yılında Mut Çıtlık Dergisinde yayınlanmıştır.

Fotoğraf: Göksel Ata, Aralık 2018

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.