Önce Berber Ali’nin yanına uğramış. Hiç yapmadığı bir şeyi yapmış orada; çay yerine kahve içmiş. Arkasından Kalepınarı’na gidip, avuç avuç su içmiş. Daha sonra da Doğancı Tepesinde bulunan Yeldeğirmeni’ne gitmiş, tam yarım saat, 360 derece Mut’u seyretmiş. Sonra soluğu otogarda almış.
Sonra?.. Sonrasını kimse bilmiyor…
+++
Mut’a yakın bir köydeydi…
Kocasından ayrılmış, ilkokula giden bir çocuğuyla kalakalmıştı…
Derken, yine Mut’a yakın bir köydeki bir adamla evlenmiş, çocuğuyla yeni evlerine gelmişti…
Adam yoksuldu…
Çocuğun adı İlyas’tı, babalığı babası gibi değildi…
Kadın katlanıyordu…
Öğretmeni 5 yıl Atatürk’ü öğretmişti İlyas’a, ilkokul diplomasını vermişti…
Öğretmen bir gün otogarda gördü kadını, “Hayırdır?” dedi.
“Tarikatçı bir imam vardı köyden, Konya’da yaşıyordu, nasıl ettiyse benim çocuğu götürmüş gitmiş, kimliğini istiyorlar, onu göndereceğim otobüsle.”
Öğretmene göre “dışarı”, kendisinden ve okuldan çok daha güçlüydü…
Sonra?.. Sonrasını kimse bilmiyor…
+++
“İlaç mı içiyorsun beni?” diye sordu.
Sonra?.. Sonrasını bilen yok…
+++
Güneşin altın fırçası en dorukları okşarken başlar sabah yürüyüşlerim, yaylada. Erkenciyim yani. Çam ve ardıç kokularının içinde. Bu yol Özgülük Yolu’mdur da benim. Burada yürümemin birkaç nedeninden birisi de bir iki tavşan…
Bir iki tavşan dedim ya, eminim ki bir iki yıl öncesini değil, sekiz on yıl öncesini anlattığımı düşünmüşsünüzdür hemen.
Bu dağın en erkencisi ben, bu bir iki tavşan, birkaç da kuştu sanki…
Sonra?.. Bir tavşan bile kalmadı, bilen yok…
+++
Sıradan bir devlet memuruydum. Otuz yıl çalışıp emekli oldum. Daha rahat, daha özgür olacağımı düşündüm hep. Ama olmadı, emekli maaşım milim milim, giderlerim metre metre arttı.
İlk kez dün bir bahçeye erik işçiliğine gittim.
Utanıyordum aslında. Ama bu utanç kendi adıma değil, devlet adınaydı.
Erik yurdundaki bir insan erik toplamasını bilmez miydi!..
Bahçe sahibinin gözleri bende, benim gözlerim de dört işçiden kadın olandaydı…
Yaşım, bu işi ilk kez yapışım, gözlerimdeki durmadan kirlenen gözlük, yemyeşil yaprakların içindeki yemyeşil eriklerin kimisini görmüyor, parmaklarımın yalnızca ikisi çalışıyor, bir bir sayar gibi atıyordum erikleri, kovaya…
O kadını birazcık izledikten sonra anladım bütün bunları…
O kadınsa on parmağını çalıştırıyordu. Bir de, ağzına sık sık erik götürüyordu. “Bu kadar eriği nasıl yiyor, midesi bozulur bunun” diyordum içimden de. İyice dikkat etkim ki, erikleri yemiyor, parmaklarının dışında dişlerini de kullanarak eriklerin saplarını koparıyor, ben kovanın yarısını bile doldurmadan, kovanın tümünü dolduruyordu o.
Sonra?.. Bahçe sahibi akşam bana, “Yarın sen gelme” dedi…