17 Ocak 2020…
İki gündür öğle yemeğim, birer ‘memur tavuğu’, birer ayran…
Zaman zaman ne güzel bir soluklanmak şu internetsizlik!.. İşte on günde okuduğum dört kitap: Gökkır’ın Bahar Dansı/Hasan Aydın, pervane/Şükrü Erbaş, idilikler/Haydar Ergülen, İnsan Ne İle Yaşar/Lev Tolstoy.
Peki sakal bırakmak bir özgürlük mü?.. Elbette, hem de kesinlikle! Ama özgürlükten çok özgürsüzlükten sanki; tepkiden, boş vermişlikten, kolaycılıktan, dayatılan zorlu koşullardan, özentiden… Sonuçta da çağdaş bir ülkeyi değil, bir Ortadoğu ülkesini çağrıştırıyor bu durum. Bir de, eskiden sakala en karşı olanlar, şimdi en sakal bırakanlar… Bu da ayrı bir sorun!
Kaç kez geçtim Boğazdan, sırf, “En büyük gemi geçişini görebilir miyim” diye. Ama göremedim!..
Evin karşısında saray yavrusu bir cami! Merak ediyorum buranın kaç namaz kılanı var diye? Görünüşe göre pek yok. Çünkü üç yönü işlek birer yol, evler uzak, dördüncü yönü yaka, evler yakada, dikleme inilecek yol yok, yollar pareler, parelel olunca cami uzak… Ama beş vakit gürül gürül ezan okunur. Son yılların ‘süs camilerinden’ birisi sanki!..
Her şehrin gökyüzü kendisi kadar mı büyük acaba?.. İstanbul’un gökyüzünün ne kadar büyük olduğunu ilk kez görüyorum sanki…
Sokaklar boğazımıza sarılmasın diyedir bütün şarkılarımız/Ölümlerimiz bile…
Kanatları kesik bir kuş vardı bir zamanlar/Biliyordu kanatlarının ayaklarında olduğunu,
En önde…
Gökyüzünün yarısı bulutlu, bulutlar uçuşuyor… Karşının yarısı ormanlık, yarısı çalılık, ağaçlar sallanıyor… Ayyy, iyice baktım ki, bulutlar geçiyor üstünden!..
Bulut gibi geçiyorsa üstümüzden yağmur/Gece kadar da gündüz vardır…
Metroda, karşımda yedi koltuk, yedi kişi… Dördünün elinde telefon, birisi kestiriyor, birisinin elinde kitap, birisi düşünüyor…
Evde yeni bebek var ya, Durşen bana durmadan, “Sus, sus!” diyor. Oysa kendisi Yerköprü Çağlayanı…
Üç çocuk, dört çocuk, beş çocuk…/İstanbul betonnnn/Biraz bizim dağları serptim üzerine…
İstanbul ki, “ihanet edilen” şehir…
İstanbul Boğazında boğuldu bir gencin cepleri…
Biraz İstanbul Boğazı getirdim sana/Haktım Mut dağlarıyla yakana…
Biraz İstanbul getirdim/Küçücük Mut’u serperek üzerine…