Bulunmaz Hint kumaşından bir pantolonu vardı. Kahveye girince, oturmadan
önce, önce sandalyenin çivisi çıkık mı, tozlu mu bakar, sonra otururdu.
Arkasından herkesi şöyle bir gözden geçirip gülümser, “Yahu yoksulun
bir pantolonu olur, onu da toza bületmem, çiviye yırttırmam” derdi.
+ Köylere gidiyorum, 50 yaş üzeri insanlar bir bitsin, Türkiye’de dağ çiçeği kalmayacak sanki.
+ Arkasından atlı mı geliyordu, yoksa yangına mı yetişecekti;
pantolonunun fermuarını çekmemiş, bir alttan iliklemeyle gömleğinin bir
ucu sarkmış, gerisi neyse de, koca çarşıyı bir uçtan bir uca dolanmış,
üstelik bir de dört işyerine uğramış, birisinde beş on dakika oturup çay
bile içmiş, bu durumu da hiç kimse fark etmemiş, fark ettiyse bile
söylememişti…
+ Ah babacığım ah! Yoksulluktan kurtulmak için seksen yıl dua etmiştin de bir türlü kurtulamamıştın!..
+ Ellerimi yedi kez cebime sokup çektim, şimdi bal börek yiyorum.
+ Parktaki spor aygıtlarında çalışıyorum. Her aygıtta bir, iki, üç…
diyesayarak yüz devinim yapıyorum. “Peki kaç aygıtta çalışıyorum, bir de
bunu saysam?” diyorum… Ama mümkün mü iki sayıyı bir anda saymam!?
Sayamadım. Bir de siz deneyin isterseniz.
+ “Bir okul fazla yapın, bir hapishane eksiltmiş olursunuz” demiş Victor Hugo.
Öz olarak doğru olsa da, “Acaba?” diyorum yine de, ille de…
Çünkü neredeyse, okula gitmemenin okula gitmekten “iyi” olduğu günlerden geçiyoruz…
+
Belki 60 yıl oldu; Erzurum’da askerdi, gençti, hızlıydı…
Bir bakkal vardı yakınlarda, yaşlı. Babasından ayda 10 lira gelir, geldi
mi de soluğu o bakkalda alırdı. Sigara alırdı. Kalanını da o gün
harcar, bir gün tok, bir ay aç kalırdı…
Bir ara sordu bakkal, “Nerelisin oğlum sen?” dedi. “Mersin Mut’tanım”
dedi bu da. “Kadıköy Köprüsünü bilin mi?” “Bilirim.”, “Göksu’yu bilin
mi?” “Bilirim.”, “Mut Kalesini gördün mü?” “Gördüm.”, “Sel gelmiş,
Kadıköy Köprüsünü yedi metre aşmıştı…”
Oysa metre ney bilmezdi daha, hiç görmemişti, Göksu’dan habersizdi,
Mut’u askere gideceğinde gördü ilk. Pamuk ekilirdi bir yerlere, anası
pamuğa gider, akşam topladığı pamuğu sırtına yüklenir, kendisini de en
üstüne yüklenirdi… Böyle büyüdü o…
+ Kuskan’dan Ali Onbaşı, seferberlik adamıdır. Bir gün kızları, keçiye
oğlağa piynar çalısı kesmeye giderler, dağa. Kayalık bir yerdedirler.
Bir anda homurdanarak bir ayı kaçar kayalıktan. Arkasından da kayanın
yarığından ayı eniği sesleri duyulur. Bir bakarlar, 5 tane küçücük enik
var yarıkta. Bir hevesle yakalayıp getirirler köye.
Bir ara birisi der ki Ali Onbaşı’ya, “Mut’a götür, satarsın bunları, iyi
para ederler hem de!” Getirir Mut’a. Soran yok, alan yok, para veren
yok… Ama bakan çok, eğlenen çok, gülen çok… Hatta çocukların “Ayıcı
Emmi”si olur çıkar adamcağız.
Bakar ki olacağı yok, köye döner, dönerken de salıverir hepsini…