DOLAR
19,0168
EURO
20,3956
ALTIN
1.210,31
BIST
4.975,47
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Mersin
Açık
18°C
Mersin
18°C
Açık
Salı Az Bulutlu
18°C
Çarşamba Az Bulutlu
18°C
Perşembe Çok Bulutlu
20°C
Cuma Çok Bulutlu
20°C

MUSA EROĞLU İLE SÖYLEŞİ

MUSA EROĞLU İLE SÖYLEŞİ
A+
A-

“Musa Eroğlu, MUT’un yalnız bir orman köyünde (Kumaçukuru), yoksul bir ana babanın çocuğu olarak dünyaya merhaba! der. Hayat mücadelesi çetin koşullarda, zorluklarla, hayatla cebelleşerek sürer. Bir gün, gıyaben, Karacaoğlan’la yolu kesişir. Bu tanışmadan bir gönül dostluğu çıkar ki… Küçük yaşlarda tanıştığı bağlamayla birlikte macera sürer… Bağlama, bağlama olalı beri onun elinde kendini; en güzeli, en mutlusu hisseder. Karacaoğlan, İrfani (halk arasında Urfani) geleneğinin yaşayan en büyük efsanesidir Musa Eroğlu. Bir kültür elçisidir. Sanat bazında, ulusal kültürümüze, halkbilimine , Türk halk müziğimize, ‘olsa bu kadar olur!’ dediğimiz öyle türküler armağan etti ki, demeyin gitsin.

Yöresel türkülerinden başlayarak adını duyurdu. Sonraki süreçte, Abdurrahim Karakoç’un sarı saçlısı, Mihriban’ına yazdığı o güzelim güzellemeyi notayla öyle bir buluşturdu ki… Buluşma, o buluşma işte! Buluşma buna denir. Böylesi bir türkü, yani sözle notanın bu kadar güzel yakıştığı, bu kadar hoş dans ettiği, yüreğimizde dinlendiği,uyuduğu… Bir gelin edası, bir elif nazı… Türkü tarihimizin üç beş güzel eserinden biridir. Bir şaheser, bir masal güzeli, bir şahı merdandır MİHRİBAN. Yolun Sonu Görünüyor. Halil İbrahim, Telli Turnam… gibi türkülerle, hem türkülerin hem de ezgilerin belini kıran adam dersem; ne yalan söylemiş ne de abartmış olurum. O, şehr-i MUT’umuzun medar-ı iftiarıdır. Zira, iyi bir türkü sever olarak da vekaletimi türkülere veren bir şairim…

MUT’un bağrından çıkarak türküleriyle herkesin, özellikle türkü severlerin gönül köşkünde yerini aldı, sağlamlaştırdı, gönüllerimizi tarumar etti… Sesi rüzgarlara verdi…

Hiç birimiz, normalde gölgesiz gitmek istemeyiz… Sevip sevilmek de isteriz… Zaman zaman hüzünleniriz. Kasvetleniriz. Efkarlandığımız anlarda sitemler de ederiz. Ağlarız, sızlarız. Hasretlere, ayrılıklarımıza acı yaşlar dökeriz… Bazen de gülüşlerimiz yükselir yedi kat arşa… Hayat, bir yaprak misali, deli rüzgar misali savurur durur hepimizi… Hayat işte. Dede Korkut öykülerinde dediği gibi;’içimli geçimli, ölümlü kalımlı dünya!’ son demde hepimiz faniyiz… Bir gün, herkesin kapısını çalıp göğsümüze konacak Azrail… Artık, ölümün mahkumiyet kararı uygulanacaktır…” Kerim HANEDAN

Musa Eroğlu ile Mut-Sertavul’da mutilcemiz.net adına gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiyi sizlerle paylaşmaktan gurur duyuyoruz. Keyifli okumalar!

İbrahim Arı, Musa Eroğlu – Sertavul

Mutilcemiz.net: Musa abi merhabalar! Şu anda Sertavul’dayız. Dinlenmek için heralde hep burayı seçiyorsun değil mi?

Musa Eroğlu: Merhaba! Tabi çocukluğumda burda geçtigi için yazları burda oturuyorum. Onun ötesinde, nüfus kayıtlarımı bile Mut’tan aldırmadım ben. Nüfus kayıtlarımı bile aldırmadım; herhangi nüfusla ilgili işim olduğu zaman Mut’a gelip gidiyorum. Tabi, doğup büyüdüğüm memleketin ötesinde Mut, benim için başka bir anlam da taşıyor; yerleşik kültürdeki insanlar daha çağdaşlar, daha insancıllar. Geçmişte öcü gibi baktığımız insanların torunlarıyla falan oturuyoruz biz Mut’ta. Yani insan olarak hiç bir sorunumuz yok. Daha açık bir ifadeyle; bu son zamanları bir kenara koyarsak, özellikle bu son 7-8 yılı, bir sıkıntısı olmayan, inançtan dolayı birbiriyle sürtüşmeyen bir yerdi burası. Mut’un öyle bir, -hala da öyle olduğunu düşünüyorum, en azıdan çoğunluğunun. Burda işte Baba-Dede dostlarım var. Bir insan olarak burda yaşamayı, yani burda kalmayı tercih ediyorum. Değilse; işin öbür yanında ekonomik olarak, veyahutta Türkiye’de populist biri olarak istediğim yerde yaşayabilirim. Avsa’da da yaşayabilirim. Saroz’da da yaşayabilirim. Veya Ege’nin herhangi bir yanında da yaşayabilirim. Ama, işte memleketin insanları, -bunu çok samimi olarak söylüyorum; burda fazla sıkıntımız yok bizim. İnsanlar hoşgörülü burda hala; o da kozmopolit olmayışından dolayı. Eğer burası dışardan göç alsaydı yeteri kadar hırsızlık olurdu, yeteri kadar herşey olurdu. Burda geçmişe doğru da baktığımızda; burda bir kazman kaybolsa birisi bulur getirir, verir sana. O insanların hala çoğunluğunun burada yaşadığına inanıyorum ben. İnanıyorum; görüyorum yani. Onun için, yaşam olarak ben burayı seçtim. Çocukluğum da buralarda geçtiği için bana hiç yabancı gelmiyor.

Mutilcemiz.net: Biz biraz önce arabayla gelirken baktik ki arabayın plakasında da Mut yazıyor.

Musa Eroğlu: Biraz şovenistliğimiz olsun canım. Yani öyle bir plaka var, Mut yazıyorsa o da benim olsun yani. Öyle bir hakkım olduğunu düşünüyorum.

Mutilcemiz.net: Musa abi bize biraz Kumaçukuru’ndan bahseder misin? Kumaçukuru nasıl bir köydü? Çocukluğun…gençliğin.. o anılar…neler cağrışım yapıyor Kumaçukuru denilince?

Musa Eroğlu: Tabi önce istersen biraz geriye gideyim Kumaçukuru’nu anlatmak için. 1800’ler 1800’lü yıllarda, 1880-1900’lü yıllara gelirken ve daha sonra Cumhuriyet kurulsa da burada “Derebeyleri” vardi; Osmanlının “Uç Beyleri”. Biz “Üç Bey” deriz ya, “Üç Bey” değil “Uç Bey”dir aslı, her yerde vardı onlardan. İşte Gravga da var, Hisar da var. Çakallı beyler vardı. Osmanlı Uç Beyleri oturuyor burda. Dedem Hisar’da Mahmut beyin yanında işçi, -yani 1900’lü yıllar bu, belkide basları. Dedem o zaman suyu kullanmayı bilen, -bir alet yapıyor; dolap diyoruz biz, “Su Dolabı”. Onun için “Beyler”, -o zaman bu Dongrul’un yakalarına pirinç ekiyorlar. Dedem su dolabı yapıyor Pirinç Suyu’ndan eeh Kurt Suyu’ndan dereden su alınıyor pirinç sulanıyor. Yani bir makine yapıyor dolap dediğimiz. Beylerin gözde adamı dedem. Mahmut beyin özellikle gözde adamı. Bu da tarihsel bir bilgi tabi. Zaman içinde ava falan da gidiyorlar ve Mahmut bey ark’a düşüyor; değirmen ark’ına düşüyor. Dedem cok güçlü kuvvetli biriymiş; onu alıyor çıkarıyor. Çıkardığı zaman ‘beyin elinden tuttun’ diye dedeme iki tokat vuruyor bey. Dedem onu tabi hazmedemiyor. Şu anda Dongrul’da daha. Adı değişti mi oranın Muttalip?

Muttalip: Yok, Tuğrul

Musa Eroğlu: Tuğrul’mu? Biz “Dongrul” diyorduk eskiden. Orda “Musa’nın Yurdu” diye hala bir yurt var; Musa dediğimiz dedem. Göcekler’in karşı tarafını hep dedeme veriyor beyler. Orda “Musa’nın Yurdu” var. Evi vardı. Benim çocukluğumda da görmüştüm orayı.

Musa Eroğlu

Dedem o gece; -beylerle kapışmamak için, o kadar o malı mülkü bırakıyor şu andaki Hacı Ahmetli Köyü’nün altındaki “Musalar” diye bir yer var, tam “Oyladin”in üstüne düşüyor bu. “Boyun Omuzu”nun başı. Geliyor oraya yerleşiyor. Kış gelince de şimdiki “Kumaçukuru” dediğimiz bizim köye orman içinde köyü kuruyor, 1906. Mut’taki Kumaçukuru’nun kuruluş tarihi de 1912 olarak geçiyor yanılmıyorsam. 1912’de resmi köy statüsüne kavuşmuş. Dedem kuruyor köyü oraya; 5 aile o zaman, kuruyorlar. Bir söylentiye göre de 3 aile ama beş aile, neyse toplanıyorlar oraya köyü kuruyorlar. Daha sonra “Gravga Beyleri” -dedemin becerisinden dolayı geliyorlar Kumaçukuru’ndan dedemi Gravga’ya götürüyorlar. Yine ayni işi yapsın diye; su dolapları falan. Köyün kurucusu dedem. Ama dedem Gravga’da ölüyor. Ama bizim köy kalıyor. Ben köyü, -yani çok sonra..orda doğduk, büyüdük ne diyeyim, 1953.

53’te de biz Gravga’da oturuyoruz, benim annem Gravga’lı. Biz buraya yaylaya çıkardık, Sertavul’a; şu bulunduğumuz bölgeye. Sonra annem 53’te öldükten sonra Kumaçukuru’na gittik. Benim Kumaçukuru’nu görmem 53, yani köyü görmem. İşte ondan sonra oralıyım ben, Kumaçukur’luyum. Kaydım da orda. Tabi o seneler 50-60’li yıllar köyün yaşamı belli; orman işçisi. Fakat bizim ailenin, -daha geriye gittiğimizde amcalarım hem çalgı çalarlar hem çaldığı çalgıları kendileri yaparlar. Hani ailede bir müzik şeyi var. Şunu da söylemek lazım; dedem Kumaçukuru’na geldiği zaman sadece orman işçisi değil, başka bir boyut: suyla çalisan bir “Hizar” yapıyor dedem. Ama köyde su olmadığı için “Söğütözü”ne gidiyor; orda su çok var, tarla ediniyor hizarı oraya kuruyor. Yani suyla çalışan bir hizar düşün…1905, altılarda. Beş metre uzunluğunda, 50 santim eninde, 5 santim kalınlığında tahtalar biçtiriyor ki; bugünkü hizarlar biçemez. Dedem öyle bir usta. O zaman o tür şeylere “Çin Fendi” diyorlar; yani “Çin Bilgisi”. O köyde 1960 yılına kadar yaşadim ben. Buraları iyi biliyorum.

Tabi bu 1964’lü yıllarda Ankara’ya gittik geldik. Folklör ekibi vardı o zaman; “Mut Folklor Ekibi” kurulmuştu. Orda da okuyuculuk yapıyordum ekipte. İlk Ankara’yı o zaman gördüm ben, 64’te. 65’te; Ankara Radyo’sunda imtihan açılmıştı; “Radyo Sanatçısı” olabilmek için imtihana gittim. Tabiki kazanamadım. Daha sonraki yıllarda, 71’lerde, -ama o kazanamadığım zaman ‘neden kazanamadığımı’ ögrenmiştim. Dedim ‘buraya donanımlı gelmek lazım’. 71’de gittim; dedim ‘bunu kazanacağım’ dedim. ‘Bütün koşullarda kazanmam lazım’ ve kazandım. Neden kazanamadığını öğrenirsen kazanması kolay oluyor.

Mutilcemiz.net: Hangi Türküydü?

Musa Eroğlu: Bir çok Türkü’yü çaldım orada

Mutilcemiz.net: Yöresel mi?

Musa Eroğlu:Tabi

Mutilcemiz.net: Mut Türküleri

Musa Eroğlu

Musa Eroğlu: Urfani’yi çalmıştım. 71’i anlatıyorum tabi. 71’de; o parçayı çaldığın zaman çok olağanüstü performans, bir teknik gerekiyor o parçaya. Bağlamayla çalması zordur. Ondan sonra hocalar, rahmetlik Nida Tüfekçi: “Peki” dedi. “Bunun notası var mı?” dedi. Ben de: “notası var” dedim. Notalarını da yazdım. Esas profesyonel müzik hayatına başlamam öyle oldu. Ama onun ötesinde, -tabi çok detay var burda; 10 saat konuşmam lazım, dünyaya bakış, meseleye bakış, meseleleri algılama…

Ama devamlı, -köydeyken ben “şehirli” olacağımızı, şehirde bir ekmek bulabileceğimizi, hep düşlüyordum. Fakat toplumun geleneksel yapısı, inanç yapısından dolayı şehirdekilerin içine pek karışamıyorduk. Öyle “izole” edilmiş bir şekilde orda yaşıyorduk. 66 yılında ben askere gittim, 68’de askerliğimi bitirdim. Ankara’ya geldim tabi. Ankara’ya geldim, köyle ilişkimi pek kesmedim -şimdiki gibi, ama mutlaka kendimi bu insanlara anlatmam gerekiyordu; biraz zamanımı aldı ama anlattım. Neyi anlattim? Bu bölgenin türkülerini anlattım. Bu bölgenin insanlarının yaşam biçimini anlattım. İnançlarını anlattım, kendimizi anlattım… Hatta onu başka boyutlara da, uluslararası boyutlara da daha çerçevesini genişleterek sundum insanlara. Ama hala burda yaşıyorum.

Mutilcemiz.net: Seni yaşayan “Çağımızın Karacaoğlanı” olarak addediyoruz, öyle görüyoruz. Ve yetiştirdiğin bir çok öğrenci de var. Senin geçmişte yaşadığın zorluklar, güçlükler -yani Musa Eroğlu olmak adına başından geçenler, bundan sonraki kuşak için, yetiştirdiğin öğrencilere bu anlamda ne söylüyorsun? Diyelimki sadece sanatçı olmak, çalmak, okumak yetmiyor, aynı zamanda bunun altını da doldurmak gerekiyor. Yani dünyaya bakış açısı da kazanmak gerekiyor degil mi? “Sanatçı Duruşu” diye birşey var. Bu konuda öğrencilere neyi tavsiye edersin? Nasıl başlamalılar? Müziği sevmek ne demek?

Musa Eroğlu: Şimdi, -tabi çok geniş boyutlu bir soru bu, öncelikle bu yapılan iş bir ihtiyaç mı? Bir kültür meselesi mi? Bir meslek edinme mi? Bir kaç boyutu falan var. İşte…kültüre hizmet mi? Boş zamanlarını değerlendirme mi? Tabi ki öğrencilere, -öğrenci geldiği zaman, öğrenci niye geliyor? Öğrenci saz öğrenmeye geliyor. Birinci amacı yeni kusağın 8-10 parça öğrenip sanatçı olmak, ekmek kazanma, para kazanma. Onun kültürel boyutu ile ilgilenen yok. Bizim okul için söylüyorum bunu. Ama öbür tarafta devletin organize ettiği Konservatuar’da da böyle bir şey yok. Kültür boyutunu, onunla falan ilgilenen yok… Belki iki üç kişidir. Bir elin parmağını geçmez zaten. O başka bir sevda o; yani neden Türkü çalıyorsun… Şimdi, biz öğrenciye pedagojik bir bilgi verecek durumda değliz. Okulun bir müfredatı vardir, onu uygularsın. Merak eden olursa onu anlatırsın bir biçimde. Onun anlayabileceği şekilde.

Ögrencilere tavsiyemiz; işte şunu yaparsan şu olur, bunu yaparsan şu olur, böyle birşey de bulanamazsın zaten müfredatta. Yok öyle birşey. Sadece kişisel; ders aralarında öğrencilerle birşey paylaşırsın. Öğrencilere öyle birşey empoze etme falan…olsaydı… tabi çok zeki çocuklar vardı birşeyler olabilirlerdi. Ben öyle düşünmüyorum. Öyle olmaz çünkü. Neden olmaz?.. Öyle olsaydı, her yüz öğrenciden on tanesi veyahutta beş tanesi Musa Eroğlu gibi olurdu. Dünya literatürüne baktığınız zaman 75 kadar “Yunus Emre” yok. Bir tane var. Bir tane “Hacı Bayram Veli” var. Bir “Hacı Bektaş Veli” var. Ama ikincisi yok. Dünya nüfusuna koyduğun zaman bunu; sıfırın altında sıfır. Yani mütevazi olmadan şunu söylemek istiyorum: Bu bir sevdadır. Ben Mut’ta değilde başka bir ülkede doğsaydım, bilemiyorum n’olurdu; belki gene aynı işi yapardım. Bu bir sevda yani. Şöyle olsaydı böyle olur vesaire…bunlar çok göreceli şeyler. Birşey istiyorsa bir insan gider emek verir, mesai harcar, onu öğrenir. Ama sen bunu ille öğreneceksin desen…

Bugün matematik profesörü çocuklara matematik hocalığı yapıyor ama hiç birisi profesör olamıyor. Bu böyle birşey. Çünkü, o adam ona sevdalanmış ve hocası olmuş..çok bireysel şeyler.

Tabiki öğrencilerimin; müzikal kısmın ötesinde, neden müzik yaptığını, neden Türkü söylediğini falan, şöyle iki üç cümleyle falan anlatilabilirse….onu da yapıyoruz. Onun yanısıra bir Müzik okulundan bahsediyoruz, bir müzik kursundan bahsediyoruz. İşin çok garip bir yanı; bu devlet burayı bakkal dükkanı falan zannediyor. Market; stopajı var, bilmem neyi var. Sen burda kültür öğretiyorsun. Devletin kültür diye bir derdi yok. O anlatmaya çalıştığın insanın yetişebilmesi için “market” gibi bakmayacak devlet buraya…Kültürevi… Bunlar ne yapıyor? Çocuklarımıza Türkü öğretiyor..Türkü nedir? Bu…. Ama devlet burayı market olarak görüyor. Çabamız çok zor bir iş…

Devletin bir kültür politikası olsa; Bakanlığı falan var da, öyle… adı var. İçi boş. İçi boş; bugün bu ülkeye Bakanlık yapana sormak lazım; bu ülkede kaç türlü Kültür var? Kimler nasıl yaşıyor? Bilmiyorsa öğrencinin bilmesi mümkün değil. Onun bilmesine de gerek yok; bakan olmuşsun, bulunduğun Bakanlığına sen istediğin insanları atayabiliyorsun, oraya düzgün bir orkestra kurarsın; “Bilgi Orkestrası”, onlar yazar sen de okursun. Benim gaste beyanlarımı benim asistanım hazırlıyor. Çünkü, büyük harfleri ortaya küçük harfleri başa yazıyorum ben. Demekki düzgün bir yazı da yazilabiliyor.

Çocuklarımıza Milli Kültürümüzü öğreteceğiz. Yazılı olarak ne kadar anlatsak uygulama önemli. Şimdi bak Enstitü’de ne öğretiliyor; Sabah Sporu: insanlar çıkıyor, genç çocuklarımız Zeybek’ten başlıyorlar. Bizim Ayrobiğimize bak sen!.. Hüseyin efendiye ben “Köy Enstitülüyüm” dedim. “Bizim Ayrobik çok hoştu” dedim…
Isınma: Zeybeklerle başlardım….darirariram dadiriram ray rayyy…. Isınırdık. Ondan sonra Kolbastıya kadar. En sonda hızlanırdık. Sporumuzu yapardık. Şimdi Ayrobiğe başlıyorlar; iki sağa, iki sola bacağını kaldırıyor….eli böyle..ondan sonra da kültürden söz ediyor benim karsimda…

Bakarmısın rezalete! Tam bir rezalet bu…
Sabah çocuklarımız çıktığında Zeybek oynardık ilk. Isınma bitti. Yavaş yavaş parçalar hızlanır. Yayla Yolları; dirirang dirirang dirirang dirirang, dandiri dandiri dandiri…. Kolbasti…. Spor biter. Neyi öğreniyoruz? Kolbastıyı, Yayla Yollarını, Urfaniyi, Horonu, Zeybeği. Neyi ögrenmişiz? Kendimizi….

Şimdi bu Ayrobikçiler sabah sporunu eğitim zannediyorlar…
Demekki çok acil benim “Milli Eğitim Bakanı” olmam gerekiyor… Çok acil… Bunların hepsine bir günde son verecegim.

Muttalip: Hatta Kültür Bakanlığı ile birleştireceksin ikisini…

Musa Eroğlu: Hatta daha başka; olur mu? Çok görev var bana; bunun ikisini birleştireceğim ben. O kesin…
Demekki, o kısa sürede birşey anlatmışlarki bize mektepte, şimdi onları anlatıyoruz. Ve tamı tamına doğruymuş onlar…

Peki, 1938, 10 Kasım, saat 9’u 6 geçe ne başlamış? Gericilik… Eğtimsizlik…
Önce bunlar yok edilmiş işte… Bunlar yok edilmiş. Yabancı menşeeli; ‘bura ufak Amerika olacak’ diyorlardı benim çocukluğumda. 60 ihtilalinde falan. Evet; tam bir Amerika oldu bura. Ama 8’ci sınıf bir Amerika. Peki burayı kim yönetti? O beyler. O beyler hala da 40 yıldır siyasetteler… Demek ki umut yok. Umut yok yani; benim ne Türk Kültürü ile ilgili, ne ülkemin insanlarının sosyolojik tanımıyla ilgili, şansım yok bir öğrenci olarak… Sende diyorsunki; ‘Bağlama ögrencilerine ne ögretiyorsun?’ Hangisini öğretelim? Seçeneği size bırakıyorum.
Sistem yardım etse… devlet bu tür yerleri destekler. “Halk Oyunları”nı destekler. Halk Kültürüyle ilgilenen yerleri destekler.

Ayrobik dersleri var sabah. Spor, yabancı müzikler; çağdaşlaşıyoruz ya… Zaten Beethoven’de beste yaparken bizi bekliyordu; “şu” diyordu “besteyi yapayım Türkiye’ye göndereyim, çocuklar onunla sabah sporu yapsınlar…”

İşte o Enstitülerde sabahleyin Zeybekle başlanırdı… Isınma hareketi… Müziğe göre, bölge bölge. En sonunda Horonla biterdi. Isınmış olurlardı. Kendi kültürlerini öğrenerek… Karadenizli Egenin zeybeğini tanırdı. Egeli çocukta Karadenizin Horonunu tanırdı. Tırakya’nınkini tanırdı. Diyarbakır’ı tanırdı. Halayı tanırdı ve birbirlerini tanırlardı… O zaman bu memlekette bölücü yoktu; yüksek kademelerde… Yüksek kademelere bölücü geldikten sonra, suçu başkasına ataraktan yeteri kadar bu ülkeyi böldüler; yani başka yerlere dikkat çekerek. Hala da devam ediyorlar… Ne olacak? Bölüp bölüp bölüp tarhana çorbası gibi içine biraz da nohut, azıcık fasulye… Kaynasın, kaynamasın…birazcık Mercimek… Bu ülke bunlardan kurtulacak! O zaman ben daha düzgün Türkü söyleyeceğim. Çocuklarımıza daha düzgün Mengimizi anlatabileceğiz. Mekteplerde çocuklar kendimizi, kimliğimizi öğrenecek. Yabancı bir ülkenin karşısında eğilmeyeceğiz. Biz buyuz diyeceğiz. Bizi kimse pazarlamayacak! Biz kendimiz ögreneceğiz; onu da öğreneceğiz; Mozart’ı da öğreneceğiz, Çaykovski’yi de öğreneceğiz, Bach’ı da öğreneceğiz… Ama önce kendimizi öğendikten sonra…

Sistem bu. Bunun içinde bir sanatçıyla konuşuyorsun; bunları böyle gören…
Köyümü de anlattım. Köyden çıktım buraya kadar geldim. Bu mesafenin içinde bunları düşünüyorum… Bir öğretmen olsam bunları yapacağım. Bir bakan olsam bunları yapacağım. Bir sanatçı olsam ki, zaten o görevimi yaptığımı düşünüyorum, çocuklarımıza birşey öğretme noktasına geldiğimiz zaman,çocuklarımıza işte ucundan, kıyısından; işte şu şudur, bu şudur… küçücük şeyler…

Musa Eroğlu

Hatta müziğe bile bir standart getirmişler. Şimdi kursların bir standardı var. Müzikte hiç standard yok. Arabayı sürmeyi öğrenene ehliyet veriliyor, şoför okulunda. Halı kurslarında; halı dokumayı öğreniyor. Ama puanlar çok aşağıda olduğu için; 53-55 civarında benim okulun… Bizim okulun Müdürü benim kızım. Orda hem ders veriyor hem de çocuklarla birebir ilgilendiği için, oradaki öğrenciye devletin verdiğ; “Musa Eroğlu Müzik Kursu”nda öğrencilere verilen müfredatın bir puanı var, o aşağıda olduğu için… Halbuki, müzikten kim 100 puan alabilir? Müziğin puanı filan yokki!..
Ötesi yok… 1500 puan…100 üzerinden 1500… Buna 53-54 vermiştir, 54’ün üzerinde soru sorduğum zaman çocuk daha 4 tane, 5 tane Türkü öğrenmeden mahkemeye verebiliyor… Yani hiç birşey öğrenmeden birşey alıyor eline… Çünkü, sistem öyle… Çocuğun kabahati yok. Sistem geliyor senin kursunu kapatıyor… Şimdi bu memlekette kültürden, sanattan nasıl bahsede biliriz? Nasıl bahsede biliriz? Hiç bir şeyden bahsedemeyiz…
Demekki, sanatçı dediğimiz insan duyarlı olmalı herşeye. Duyarlı olmalı. Ben bunları öğrendim 40 senede. Öyle de yaşıyorum. Öyle de düşünüyorum. Öyle de paylaşmaya çalışıyorum.

Mutilcemiz.net: Musa abi, şimdi Mut’tan bir çok Türkü derledin, an’ı var mı Mut Türküleri ile ilgili; derlerken, bestelerken…

Musa Eroğlu: Türkü bestelenmez!..

Mutilcemiz.net: Özür dilerim.

Musa Eroğlu: Türkü bestelenmez! Türküyü halk besteler. Yoğurur onu hamur gibi, seneler içinde. Bize de sunarlar. Biz de söyleriz onu. Ama bu bölgenin Türküsü, Taşeli bölgesinin Türküleri için, aynı insanlar olduğu için, aynı çalgıcı olduğu için, aynı, dinleyiciler aynı olduğu için… Buraya Taşeli deniyor; Anamur, Gülnar, Mut. Silifke… Böyle bir bölge burası. Ama şimdi devletin kayıtlarına Türküler geçerken, bizim Mut’tan herhangi bir kademede insan olmadığı için; o günkü derleyiciler işte Silifke’de, ikili ilişkilerinden dolayı, orda karşılaşıyorlar, insanların yaptığı besteleri dahi “Silifke Türküsü” diye şeylere kaydettiriyorlar. Tabi, eğer bir Folklor değeri varsa… Bu Taşeli Dernekler; -ilk olarak 1930’larda bu Taşeli Dernekleri İçel’de kuruluyor… Benim söyleyeceğim -çok önemli bir ayraç çünkü; “Silifke Türküsü” diyebilmemiz için Türküleri çalanlara bir bakacağız; 1954-1955’lerde Göcekler Köyü’nü sel aldığı zaman Silifke’ye göçen çalgıcılar Silifke’dekiler. Silifke’de çalgıcı yok… Bilen varsa gelsin tartışalım. Hasan Usta’nın çocukları… Silifke’ye göçüyorlar orda başlıyorlar bu Mut’taki çaldıkları Gırnata’yı çalmaya… Ordan bir adam topluyor bunları “Silifke Ekibi” kuruyor… Silifke Türküleri oluyor; Mut’ta öğrendiklerini oraya kaydettiriyorlar, sahipsiz olduğu için bura… Halbuki, tümü “Taşeli Türküleri”dir.

Ben gündeme geldikten sonra “MUT” sözcüğü Türkülere ad olmaya başladı. Daha önce yoktu. Taşeli deyince de hem Mutlular kızıyor, hem Gülnarlılar kızıyor…
Silifke’deki oluşum; eğer üstünde “Anamur yolları gayrak, çakıllı” diye yazmasa onu da “Silifke Türküsü” diye kayıtlara geçirmeye çalışırlar. Allahtan “Anamur Yolları” diyor da…

Peki bu kadar niye iddialı konuşuyorum? Bir Araştırmacı, Bakanlığın bir Araştırmacısı daha doğrusu “Kültür Müdürü” bu “Nerden gelirsin Silifke Kalesi’nden” diye bir Türkü var ya… -eskiden onu benim çocukluğumda -bir hicivdir o- “Nerden gelirsin Zirzop kalesinden… Ne geziyorsun açlık belasindan…. Nerde yattın, poyraz beyin konağında… Altım tahta üstüm tahta kupkuru yerde”… “Efendim” dedi. “Zirzop Kalesi diye bir yer var mı?” “Var” dedim. “Sen hiç gitmedin mi?” “Aslı yok yaylasına çıkıyorsun ya” dedim. “Hemen kale karşına çıkar…” İçini bile anlamıyor… Ama Silifke’de bir Kale görmüş… “Nerdeeen gelirsin de Estergon Kalesi’nden…”. Orda da bir Kale var. Demekki, onlarda sonradan çakma eğitimli…(gülümsüyor) Araştırmacı degil…

Silifke’nin Yoğurdu..yok! Uydurma o. Benim çocukluğumda -çocukları daha sağdır heralde; Zalef Emmi “Kocaşlı’nın Yoğurdu” diye söylerdi. Bizim “Kocaşlı Yörükleri” var ya…onlar çok güzel yoğurt çalarlardı. Sonra Kocaşlı’nın Yoğurdu, “Koca Ayşa”ya dönüştü; işte yörüklerde bir Ayşe Kadının yoğurdu.. sonra Silifke’ye ithal edildi. “Silifke’nin Yoğurdu”, yahu Silifke’de yorgun domuz eğlenmez. “Silivri’nin Yoğurdu” dese… “Yoğurt Bayramı” var Silivri’de; denemek için yoğurdu kesip sana atıyorlar yoğurdu… Öyle yoğurt çalıyorlar. Silifke’de nerden bulacaksın yoğurdu yaaaa…

Kocaşlı’nın Yoğurdu; Kocaşlı Yörükleri’nin. Burada… işte tahrifat bu. Kolunu bacağını budadın mı… Nasreddin Hoca Leyleğe bakmış demiş “Böyle kuş olamaz. Hem ayağı uzun hem boynu uzun” Ayaklarını bir 15 santim kesmiş, kafasını da.. “Aha, şimdi bir kuşa benzedin” demiş. Türküleri böyle kuşa benzettiler. Sahipsiz olduğu için.

Bu konuda Mutluların bana yardımı var mı? Yok…

Muttalip: Mutlular sana sahip çıktı mı? Yok…

Musa Eroğlu: Artık onu kendilerine soracaksınız. Onu kendilerine soracağız ama benim öyle bir beklentim olmadığı için…
Ben bu memleketteki yaşayan halkın sorunlarını Türkülerle anlatıyorum. Bana ödül versinler falan filan diye öyle bir derdim yok… Ama ben kendime bir yer yapmışım, oraya altına da bir yazı yazmışım; yolda bir slogan görüyorsunuz ya “Ellerinle Yaktığın Ormanı Gözyaşınla Söndüremezsin!..”

İşte bir tane bak, oraya heykel dikmişim ben. Oraya Cumhuriyet’in geleceğine diye bir “Orman” yapmışım. Herkes 5 ağaç dikse 30 milyon Türk ile 1,5 milyar ağaç eder.
Demekki kültür gerekli, Ağaç Kültürü. Okuma gerekli. Öğrenme gerekli. Ama bizi yönetenler, biz okursak bizi yönetemezler, sıkıntı orda. Yönetemedikleri için geriye doğru; 9’u 6 geçe başlattıkları gericiliği 2010 yılına böyle taşıyorlar. Eh…yetiştirdikleri mahlukatlarda ortada… Akıllı adam istemez… Ülkesini seven istemez… Milliyetçi hiç istemez. Benim gibi bir Milliyetçi kesinlikle istemez. Tahammül edemez. Şöylesini ister (Bozkurt işareti yaparak). Ama beni istemez. Çünkü esas bu ülkenin sahibiyim ben… Bana emanet burası… Kimden? Dedemden. 7 devlete karşı kazanıp bana emanet eden Dedeme hangi namussuz şerefsiz ihanet edebilir? Söylermisin bana…nasıl ihanet edebilir?..

Esas altı çizilecek nokta burasıdır; Dedemin hediyesi bu bana… Kanını dökmüş… Bak burda konuşuyoruz; bunun ne anlama geldiğini bunlara anlatacaksın… Öyle şakası olmaz bunun… Tabi, bunu bir “Türkücü” olarak konuşuyorum ben. Bunu ben değil; bu ülkenin Tarihçisi, Edebiyatçısı, Sosyoloğu konuşmalı. Zahmet olmazsa Siyasetçiler de…

Musa Eroğlu

Bu ülkenin sahibi benim işte… Türkülerimle bu ülkede taş gibi de ayaktayım…

Mutilcemiz.net: Karacaoğlan’dan bahsedelim mi biraz?

Musa Eroğlu: Benden mi?

Mutilcemiz.net: Senden.

Musa Eroğlu: 2010 yılının Karacaoğlan’ı. (gülüyor) Şimdi hep “Çağın Karacaoğlanı” diyorlar da bana… Bende diyorumki ben “Çağın Karacaoğlanı -sağolsunlar yakıştırmışlar- ben Karacaoğlan’ın Şiirleri’ndeki ütopyaları gerçekleştiren biriyim. O’nun ütopyalari var şiirinde… Bir şeyler var… Onları gerçekleştiriyorum ben. Emanet… Ama Karacaoğlan’ın yapısal, şiirsel, sanatsal boyutuna baktığın zaman; -bunu çok iddia ile söylüyorum- şairlerin epey bir bölümü söylevlerinden dolayı yok olabilirler, rejim değişebilir, başka bir yere taşınabiliriz, başka bir mezraya taşınabilir, bilgi, kültür vesaire…ama bu Doğa’yı yok etmeden -yaşadığımız- Karacaoğlan’ı yok edemezsiniz. Neden mi? Şiirlerinde her dört dizeden 3 tanesinde Doğa’dan örnekler var. Demekki Karacaoğlan’ı yok etmek için bu Doğa’yı tahrip edeceksin (gülüyor). İşte Şair… Doğa Şairi’dir Karacaoğlan; çiçekle konuşur, ağaçla konuşur, rüzgarla konuşur, tipi ile konusur…

Ve bizim yaşam biçimimize de çok uygundur dili. Yani “Çağın Karacaoğlanı” olmak ne demek?..

Mutilcemiz.net: Büyük bir sorumluluk.

Musa Eroğlu: Çok büyük bir sorumluluk ister tabi…

Mutilcemiz.net: Biraz önce sohbetimizde “Yaşam Felsefesi” ile ilgili 3 tane kuraldan bahsetmiştik, bu da Karacaoğlan’a uyuyor mu Doğa anlamında Çevre anlamında?

Musa Eroğlu: Tabi, Karacaoğlan o tür şeylerde söylemiş…Karacaoğlan. O’nu kimler nasıl anlıyor, iş orda; “yav Karacaoğlan” diyor “böyle Uçkur Havaları falan söylüyor” filandi, feşmakandı… Sen öyle düşünüyorsun da ondan… Burdaki kastettiği şey senin estetiğin aslında… Senin estetiğin… Senin içinde öyle bir aşk, öyle bir duygu yoksa Karacaoğlan’ın neresini anlayacaksın sen? Hiç “Gurbet” sözü geçmeden “Gurbet”i kim anlatmıştır? Karacaoğlan bir Meteoroloji Uzmanı mı yani?..

Ne diyor biliyor musun:

“Çukurova bayramlığını giyerken,
Sana cennet desem yakışır dağlar”

Çukurova nasıl “Bayramlık” giyer? Hiç “Bahar” demiyor değil mi? Bütün doğadaki çiçekler ayaklanıyor, tıpkı insanların kıyafetleri gibi. Bayramda biz en güzel şeylerimizi giymez miyiz? Neresini anlamış acaba Karacaoğlan’ın?

Mutilcemiz.net: Karacaoğlan bir derya…

Musa Eroğlu: Eh tabi. Hatta çok orijinal birşey; biz Hakkari’de olsak veya şeydeyiz; İran’da oturuyoruz; iki kişiyiz orada, üç kişi Muttalip, Karacaoğlan çıksa gelse, bizimle hangi dil ile konuşacak? Aynı bizim dilimizle. Karacaoğlan ülkemizde bir dil ögretmeni. Bizim Türk Dil Kurumu’nun Karacaoğlan’ın her sokak başına bir heykelini dikmesi lazım. Sırf dili koruma adına.
Çok önemli bu. Çocuklarımıza; “Türkçe Ögrenelim!” diyorsun, ondan sonra ne ögrettiğin meçhul… Öğretsene çocuklara Karacaoğlan’ı…öğret! Aşık Saiti öğret! Daha ötekileri öğret! Yok, onları öğretmeyeceğiz!.. Değilse akıllanırlar. O zaman yönetemezler bizi…

Ben bir Sanatçı Duyarlılığı olarak bunları söylüyorum; değilse kendime göre Türkü söylüyorum. İşin o, benden yanı. Ben duyarlılığımı anlattım. Niye duyarlı olduğumu…

Mutilcemiz.net: Son olarak mutilcemiz.net sitesi üyeleri, okurlarına, Mutlulara söylemek istediğin neler var Musa abi?

Musa Eroğlu: Tabi, Mut için şunu söylemeliyim; bikere doğdugum yer olduğu için burda oturuyorum ben. Burda oturmaya bilirdim. Burda oturmamın sebebi; ben Mut’luyum çünkü. Başta söyledim; buranın insanlarını seviyorum. Buranın insanlarını seviyorum, hatta kaygılı bir ifade de kullanacağım; ben başka bir şehirde de yaşaya bilirdim, yaşlılığımı orda geçire bilirdim ama kendimi güvende hissetmiyorum ben başka yerde. Demekki burdaki insanların hala düzgün olduğuna inanıyorum. Fazla kavgacı olduğuna inanmıyorum. İşte bunun adı Kültür’dür. Döğüşürler, çekişirler üç gün sonra barışırlar. Kindar değillerdir; törelerinde, geçmişinde şey yoktur..hiç…

Mut niye önemli? Mut’un tarihine baktığın zaman bir sürü yabancı uyruklu; Rumlar oturmuş burada, Ermeniler oturmuş. Çünkü biz burda birlikte oturmuşuz…senelerce. Başka bir ölçekte başka bir yere baktığımız zaman böyle bir ölçek bulamayız. Onun için burdan Mutlulara da teşekkür etmek istiyorum; bundan sonra da aksini yapmayacaklarına inandığım için… Değilse, insan ayıplama, insan kınama, insan kötüleme sadece insan olmayanların işidir. Hele bunu “inanç” adına yapıyorlarsa daha kötü. O zaman da Tanrı’nın yarattığı her şeye müdahale ediyorsun demektir… Daha kötü adamsın demektir…

Mutlulara selam olsun burdan..(el sallıyor..)

Musa Eroğlu

Bu söyleşinin gerçekleşmesi ve hazırlanmasında katkısı olan Mahmut ÖZDEMİR’e, Muttalip YILDIZ’a ve Kerim HANEDAN’a teşekkür ederiz.

Not: Musa Eroğlu ile mutilcemiz.net adına gerçekleştirilen bu söyleşi Video’dan olduğu gibi aktarılmıştır.

(31.08.2010 – İbrahim ARI)

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.