DOLAR
35,9677
EURO
37,1790
ALTIN
3.307,49
BIST
9.951,65
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Mersin
Açık
14°C
Mersin
14°C
Açık
Cumartesi Parçalı Bulutlu
14°C
Pazar Parçalı Bulutlu
14°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
13°C
Salı Çok Bulutlu
13°C

MUSA EROĞLU İLE SÖYLEŞİ

MUSA EROĞLU İLE SÖYLEŞİ
A+
A-

“Musa Eroğlu, MUT’un yalnız bir orman köyünde (Kumaçukuru), yoksul bir ana babanın çocuğu olarak dünyaya merhaba! der. Hayat mücadelesi çetin koşullarda, zorluklarla, hayatla cebelleşerek sürer. Bir gün, gıyaben, Karacaoğlan’la yolu kesişir. Bu tanışmadan bir gönül dostluğu çıkar ki… Küçük yaşlarda tanıştığı bağlamayla birlikte macera sürer… Bağlama, bağlama olalı beri onun elinde kendini; en güzeli, en mutlusu hisseder. Karacaoğlan, İrfani (halk arasında Urfani) geleneğinin yaşayan en büyük efsanesidir Musa Eroğlu. Bir kültür elçisidir. Sanat bazında, ulusal kültürümüze, halkbilimine, Türk halk müziğimize, ‘olsa bu kadar olur!’ dediğimiz öyle türküler armağan etti ki, demeyin gitsin.

Yöresel türkülerinden başlayarak adını duyurdu. Sonraki süreçte, Abdurrahim Karakoç’un sarı saçlısı, Mihriban’ına yazdığı o güzelim güzellemeyi notayla öyle bir buluşturdu ki… Buluşma, o buluşma işte! Buluşma buna denir. Böylesi bir türkü, yani sözle notanın bu kadar güzel yakıştığı, bu kadar hoş dans ettiği, yüreğimizde dinlendiği, uyuduğu… Bir gelin edası, bir elif nazı… Türkü tarihimizin üç beş güzel eserinden biridir. Bir şaheser, bir masal güzeli, bir şahı merdandır MİHRİBAN. Yolun Sonu Görünüyor. Halil İbrahim, Telli Turnam… gibi türkülerle, hem türkülerin hem de ezgilerin belini kıran adam dersem; ne yalan söylemiş ne de abartmış olurum. O, şehr-i MUT’umuzun medar-ı iftiarıdır. Zira, iyi bir türkü sever olarak da vekaletimi türkülere veren bir şairim…

MUT’un bağrından çıkarak türküleriyle herkesin, özellikle türkü severlerin gönül köşkünde yerini aldı, sağlamlaştırdı, gönüllerimizi tarumar etti… Sesi rüzgarlara verdi…

Hiç birimiz, normalde gölgesiz gitmek istemeyiz… Sevip sevilmek de isteriz… Zaman zaman hüzünleniriz. Kasvetleniriz. Efkarlandığımız anlarda sitemler de ederiz. Ağlarız, sızlarız. Hasretlere, ayrılıklarımıza acı yaşlar dökeriz… Bazen de gülüşlerimiz yükselir yedi kat arşa… Hayat, bir yaprak misali, deli rüzgar misali savurur durur hepimizi… Hayat işte. Dede Korkut öykülerinde dediği gibi; ‘içimli geçimli, ölümlü kalımlı dünya!’ son demde hepimiz faniyiz… Bir gün, herkesin kapısını çalıp göğsümüze konacak Azrail… Artık, ölümün mahkumiyet kararı uygulanacaktır…” Kerim HANEDAN

Musa Eroğlu ile Mut-Sertavul’da mutilcemiz.net adına gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiyi sizlerle paylaşmaktan gurur duyuyoruz. Keyifli okumalar!

İbrahim Arı, Musa Eroğlu – Sertavul

Mutilcemiz.net: Musa abi merhabalar! Şu anda Sertavul’dayız. Dinlenmek için herhalde hep burayı seçiyorsun değil mi?

Musa Eroğlu: Merhaba! Tabi, çocukluğum da burda geçtigi için yazları burada oturuyorum. Onun ötesinde, nüfus kayıtlarımı bile Mut’tan aldırmadım ben. Nüfus kayıtlarımı bile aldırmadım; nüfusla ilgili işim olduğu zaman Mut’a gelip gidiyorum. Tabi, doğup büyüdüğüm memleketin ötesinde Mut benim için başka bir anlam da taşıyor; yerleşik kültürdeki insanlar daha çağdaşlar, daha insancıllar. Geçmişte öcü gibi baktığımız insanların torunlarıyla falan oturuyoruz biz Mut’ta. Yani insan olarak hiçbir sorunumuz yok. Daha açık bir ifadeyle; bu son zamanları bir kenara koyarsak, özellikle bu son 7-8 yılı, bir sıkıntısı olmayan, inançtan dolayı birbiriyle sürtüşmeyen bir yerdi burası. Mut’un öyle bir, -hala da öyle olduğunu düşünüyorum, en azından çoğunluğunun. Burada işte Baba-Dede dostlarım var. Bir insan olarak burada yaşamayı, yani burada kalmayı tercih ediyorum. Değilse; işin öbür yanında ekonomik olarak, ve yahutta Türkiye’de popülist biri olarak istediğim yerde yaşayabilirim. Avsa’da da yaşayabilirim. Saroz’da da yaşayabilirim. Veya Ege’nin herhangi bir yanında da yaşayabilirim. Ama, işte memleketin insanları, -bunu çok samimi olarak söylüyorum; burada fazla sıkıntımız yok bizim. İnsanlar hoşgörülü burada, hala; o da kozmopolit olmayışından dolayı. Eğer burası dışardan göç alsaydı yeteri kadar hırsızlık olurdu, yeteri kadar her şey olurdu. Burada geçmişe doğru da baktığımızda; burada bir kazman kaybolsa birisi bulur getirir, verir sana. O insanların hala çoğunluğunun burada yaşadığına inanıyorum ben. İnanıyorum; görüyorum yani. Onun için, yaşam olarak ben burayı seçtim. Çocukluğum da buralarda geçtiği için bana hiç yabancı gelmiyor.

Mutilcemiz.net: Biz biraz önce arabayla gelirken baktık ki arabanın plakasında da Mut yazıyor.

Musa Eroğlu: Biraz şovenistliğimiz olsun canım. Yani öyle bir plaka var ve “Mut” yazıyorsa o da benim olsun yani. Öyle bir hakkım olduğunu düşünüyorum.

Mutilcemiz.net: Musa abi bize biraz Kumaçukuru’ndan bahseder misin? Kumaçukuru nasıl bir köydü? Çocukluğun… gençliğin… anıların… neler cağrışım yapıyor sende Kumaçukuru denilince?

Musa Eroğlu: Tabii, önce istersen biraz geriye gideyim Kumaçukuru’nu anlatmak için. 1800’ler 1800’lü yıllarda, 1880-1900’lü yıllara gelirken ve daha sonra Cumhuriyet kurulsa da burada “Derebeyleri” vardı; Osmanlının “Uç Beyleri”. Biz “Üç Bey” deriz ya, “Üç Bey” değil “Uç Bey”dir aslı, her yerde vardı onlardan. İşte Gravga’da var, Hisar’da var. Çakallı beyler vardı. Osmanlı Uç Beyleri oturuyor burada. Dedem Hisar’da Mahmut beyin yanında işçi, -yani 1900’lü yıllar bu, belki de başları. Dedem o zaman suyu kullanmayı bilen, -bir alet yapıyor; dolap diyoruz biz, “Su Dolabı”. Onun için “Beyler”, -o zaman bu Dongrul’un yakalarına pirinç ekiyorlar. Dedem su dolabı yapıyor Pirinçsuyu’ndan, eeh Kurtsuyu’ndan dereden su alınıyor pirinç sulanıyor. Yani bir makine yapıyor, dolap dediğimiz. Beylerin gözde adamı dedem. Mahmut beyin özellikle gözde adamı. Bu da tarihsel bir bilgi tabi. Zaman içinde ava falan da gidiyorlar ve Mahmut bey ark’a düşüyor; değirmen ark’ına düşüyor. Dedem çok güçlü kuvvetli biriymiş; onu alıyor çıkarıyor. Çıkardığı zaman ‘beyin elinden tuttun’ diye dedeme iki tokat vuruyor bey. Dedem onu tabi hazmedemiyor. Şu anda Dongrul’da daha. Adı değişti mi oranın Muttalip?

Muttalip: Yok, Tuğrul..

Musa Eroğlu: Tuğrul mu? Biz “Dongrul” diyorduk eskiden. Orada “Musa’nın Yurdu” diye hala bir yurt var; Musa dediğimiz de dedem. Göcekler’in karşı tarafını hep dedeme veriyor beyler. Orada “Musa’nın Yurdu” var. Evi vardı. Ben çocukluğumda da görmüştüm orayı.

Musa Eroğlu

Dedem o gece; -beylerle kapışmamak için, o kadar o malı mülkü bırakıyor şu andaki Hacı Ahmetli Köyü’nün altındaki “Musalar” diye bir yer var, tam Oyladin’in üstüne düşüyor bu. Boyun Omuzu’nun başı; geliyor oraya yerleşiyor. Kış gelince de şimdiki Kumaçukuru dediğimiz bizim köye, orman içinde köyü kuruyor, 1906. Mut’taki Kumaçukuru’nun kuruluş tarihi de 1912 olarak geçiyor yanılmıyorsam. 1912’de resmi köy statüsüne kavuşmuş. Dedem kuruyor köyü oraya; 5 aile o zaman kuruyorlar. Bir söylentiye göre de üç aile ama beş aile, neyse toplanıyorlar oraya köyü kuruyorlar. Daha sonra Gravga Beyleri dedemin becerisinden dolayı geliyorlar Kumaçukuru’ndan dedemi Gravga’ya götürüyorlar, yine ayni işi yapsın diye; su dolapları falan. Köyün kurucusu dedem. Ama dedem Gravga’da ölüyor. Ama bizim köy kalıyor. Ben köyü, -yani çok sonra, orada doğduk büyüdük ne diyeyim 1953.

1953’te de biz Gravga’da oturuyoruz. Benim annem Gravgalı. Biz buraya yaylaya çıkardık, Sertavul’a; şu bulunduğumuz bölgeye. Sonra annem 1953’te öldükten sonra Kumaçukuru’na gittik. Benim Kumaçukuru’nu görmem 1953, yani köyü görmem. İşte ondan sonra oralıyım ben, Kumaçukur’luyum. Kaydım da orada. Tabii o seneler 50-60’lı yıllar, köyün yaşamı belli; orman işçisi. Fakat bizim ailenin, daha geriye gittiğimizde amcalarım hem çalgı çalarlar hem de çaldıkları çalgıları kendileri yaparlar. Hani ailede bir müzik şeyi var. Şunu da söylemek lazım; dedem Kumaçukuru’na geldiği zaman sadece orman işçisi değil, başka bir boyut: suyla çalışan bir hizar yapıyor dedem. Ama köyde su olmadığı için Söğütözü’ne gidiyor; orada su çok var, tarla ediniyor ve hizarı oraya kuruyor. Yani suyla çalışan bir hizar düşün… 1905’li, 1906’lı yıllarda. Beş metre uzunluğunda, 50 santim eninde, 5 santim kalınlığında tahtalar biçtiriyor ki; bugünkü hizarlar biçemez. Dedem öyle bir usta. O zaman o tür şeylere Çin Fendi diyorlar; yani Çin Bilgisi. O köyde 1960 yılına kadar yaşadım ben. Buraları iyi biliyorum.

Tabi bu 1964’lü yıllarda Ankara’ya gittik geldik. Folklor ekibi vardı o zaman; Mut Folklor Ekibi kurulmuştu. Orda da okuyuculuk yapıyordum, ekipte. İlk Ankara’yı o zaman gördüm ben, 1964’te. 1965’te Ankara Radyosu’nda imtihan açılmıştı, Radyo Sanatçısı olabilmek için imtihana gittim. Tabii ki kazanamadım. Daha sonraki yıllarda, 1971’lerde, -ama o kazanamadığım zaman ‘neden kazanamadığımı’ öğrenmiştim. Dedim, ‘buraya donanımlı gelmek lazım’. 1971’de gittim, ‘bunu kazanacağım’ dedim. ‘Bütün koşullarda kazanmam lazım’ ve kazandım. Neden kazanamadığını öğrenirsen kazanması kolay oluyor.

Mutilcemiz.net: Hangi Türküydü?

Musa Eroğlu: Birçok Türküyü çaldım orada.

Mutilcemiz.net: Yöresel mi?

Musa Eroğlu: Tabii yöresel.

Mutilcemiz.net: Mut Türküleri

Musa Eroğlu

Musa Eroğlu: Urfani’yi çalmıştım. 1971’i anlatıyorum tabii. 1971’de; o parçayı çaldığın zaman çok olağanüstü performans ve teknik gerekiyor o parçaya. Bağlamayla çalması zordur. Ondan sonra hocalar, rahmetlik Nida Tüfekçi; “Peki” dedi. “Bunun notası var mı?”. Ben de; “notası var” dedim. Notalarını da yazdım. Esas profesyonel müzik hayatına başlamam öyle oldu. Ama onun ötesinde, -tabi çok detay var burada; 10 saat konuşmam lazım, dünyaya bakış, meseleye bakış, meseleleri algılama…

Ama devamlı, -köydeyken ben şehirli olacağımızı, şehirde bir ekmek bulabileceğimizi, hep düşlüyordum. Fakat toplumun geleneksel yapısı, inanç yapısından dolayı şehirdekilerin içine pek karışamıyorduk. Öyle izole edilmiş bir şekilde orada yaşıyorduk. 1966 yılında askere gittim, 1968’de askerliğimi bitirdim. Ankara’ya geldim tabii. Ankara’ya geldim, köyle ilişkimi pek kesmedim -şimdiki gibi, ama mutlaka kendimi bu insanlara anlatmam gerekiyordu, biraz zamanımı aldı ama anlattım. Neyi anlattım? Bu bölgenin türkülerini anlattım. Bu bölgenin insanlarının yaşam biçimini anlattım. İnançlarını anlattım, kendimizi anlattım… Hatta onu başka boyutlara da, uluslararası boyutlara da daha çerçevesini genişleterek sundum insanlara. Ama hala burada yaşıyorum.

Mutilcemiz.net: Seni yaşayan “Çağımızın Karacaoğlanı” olarak addediyoruz, öyle görüyoruz. Ve yetiştirdiğin bir çok öğrenci de var. Senin geçmişte yaşadığın zorluklar, güçlükler -yani Musa Eroğlu olmak adına başından geçenler, bundan sonraki kuşak için, yetiştirdiğin öğrencilere bu anlamda ne söylüyorsun? Diyelim ki sadece sanatçı olmak, çalmak, okumak yetmiyor, aynı zamanda bunun altını da doldurmak gerekiyor. Yani dünyaya bakış açısı da kazanmak gerekiyor değil mi? “Sanatçı Duruşu” diye birş ey var. Bu konuda öğrencilere neyi tavsiye edersin? Nasıl başlamalılar? Müziği sevmek ne demek?

Musa Eroğlu: Şimdi, -tabi çok geniş boyutlu bir soru bu, öncelikle bu yapılan iş bir ihtiyaç mı? Bir kültür meselesi mi? Bir meslek edinme mi? Birkaç boyutu falan var. İşte, kültüre hizmet mi? Boş zamanlarını değerlendirme mi? Tabi ki öğrencilere, -öğrenci geldiği zaman, öğrenci niye geliyor? Öğrenci saz öğrenmeye geliyor. Birinci amacı yeni kuşağın 8-10 parça öğrenip sanatçı olmak, ekmek kazanma, para kazanma. Onun kültürel boyutu ile ilgilenen yok. Bizim okul için söylüyorum bunu. Ama öbür tarafta devletin organize ettiği Konservatuar’da da böyle bir şey yok. Kültür boyutunu, onunla falan ilgilenen yok… Belki iki üç kişidir. Bir elin parmaklarını geçmez zaten. O, başka bir sevda o; yani neden Türkü çalıyorsun… Şimdi, biz öğrenciye pedagojik bir bilgi verecek durumda değiliz. Okulun bir müfredatı vardır, onu uygularsın. Merak eden olursa onu anlatırsın bir biçimde. Onun anlayabileceği şekilde.

Öğrencilere tavsiyemiz, işte şunu yaparsan şu olur bunu yaparsan şu olur, böyle bir şey de bulamazsın zaten müfredatta. Yok öyle bir şey. Sadece kişisel; ders aralarında öğrencilerle bir şey paylaşırsın. Öğrencilere öyle bir şey empoze etme falan, olsaydı tabi çok zeki çocuklar vardı bir şeyler olabilirlerdi. Ben öyle düşünmüyorum. Öyle olmaz çünkü. Neden olmaz? Öyle olsaydı, her yüz öğrenciden on tanesi ve yahutta beş tanesi Musa Eroğlu gibi olurdu. Dünya literatürüne baktığınız zaman 75 kadar Yunus Emre yok. Bir tane var. Bir tane Hacı Bayram Veli var. Bir Hacı Bektaş Veli var. Ama ikincisi yok. Dünya nüfusuna koyduğun zaman bunu sıfırın altında sıfır. Yani mütevazi olmadan şunu söylemek istiyorum; bu bir sevdadır. Ben Mut’ta değil de başka bir ülkede doğsaydım, bilemiyorum ne olurdu, belki de yine aynı işi yapardım. Bu bir sevda yani. Şöyle olsaydı böyle olur ve saire… Bunlar çok göreceli şeyler. Bir şey istiyorsa bir insan gider emek verir, mesai harcar, onu öğrenir. Ama sen bunu ille de öğreneceksin desen…

Bugün matematik profesörü çocuklara matematik hocalığı yapıyor ama hiç birisi profesör olamıyor. Bu böyle bir şey. Çünkü, o adam ona sevdalanmış ve hocası olmuş, çok bireysel şeyler.

Tabi ki öğrencilerimin, müzikal kısmın ötesinde, neden müzik yaptığını, neden Türkü söylediğini falan, şöyle iki üç cümleyle falan anlatılabilse, onu da yapıyoruz. Onun yanı sıra bir Müzik okulundan bahsediyoruz, bir müzik kursundan bahsediyoruz. İşin çok garip bir yanı, bu devlet burayı bakkal dükkanı falan zannediyor. Marketin stopajı var, bilmem neyi var. Sen burada kültür öğretiyorsun. Devletin kültür diye bir derdi yok. O anlatmaya çalıştığın insanın yetişebilmesi için market gibi bakmayacak devlet buraya… Kültür evi… Bunlar ne yapıyor? Çocuklarımıza Türkü öğretiyor. Türkü nedir? Bu… Ama devlet burayı market olarak görüyor. Çabalarımız, çok zor bir iş…

Devletin bir kültür politikası olsa, bakanlığı falan var da, öyle işte, adı var. İçi boş. İçi boş, bugün bu ülkeye bakanlık yapana sormak lazım, bu ülkede kaç türlü Kültür var? Kimler nasıl yaşıyor? Bilmiyorsa öğrencinin de bilmesi mümkün değil. Onun bilmesine de gerek yok, bakan olmuşsun, bulunduğun bakanlığına sen istediğin insanları atayabiliyorsun, oraya düzgün bir orkestra kurarsın, Bilgi Orkestrası, onlar yazar sen de okursun. Benim gazete beyanlarımı benim asistanım hazırlıyor. Çünkü büyük harfleri ortaya küçük harfleri başa yazıyorum ben. Demek ki düzgün bir yazı da yazılabiliyor.

Çocuklarımıza Milli Kültürümüzü öğreteceğiz. Yazılı olarak ne kadar da anlatsak uygulama önemli. Şimdi bak enstitüde ne öğretiliyor: sabah sporu, insanlar çıkıyor, genç çocuklarımız Zeybek’ten başlıyorlar. Bizim Ayrobiğimize bak sen!.. Hüseyin efendiye “ben Köy Enstitülüyüm” dedim. “Bizim Ayrobik çok hoştu” dedim…
Isınma: Zeybeklerle başlardım.; darirariram dadiriram ray rayyy…. Isınırdık. Ondan sonra Kolbastıya kadar. En sonda hızlanırdık. Sporumuzu yapardık. Şimdi Ayrobiğe başlıyorlar, iki sağa, iki sola bacağını kaldırıyor, eli böyle… Ondan sonra da kültürden söz ediyor benim karşımda!

Bakar mısın rezalete! Tam bir rezalet bu…
Sabah çocuklar çıktığında Zeybek oynardık ilk. Isınma bitti. Yavaş yavaş parçalar hızlanır. Yayla Yolları: dirirang dirirang dirirang dirirang, dandiri dandiri dandiri…. Kolbastı ve spor biter. Neyi öğreniyoruz? Kolbastıyı, Yayla Yollarını, Urfaniyi, Horonu, Zeybeği. Neyi öğrenmişiz? Kendimizi…

Şimdi bu Ayrobikçiler sabah sporunu eğitim zannediyorlar!
Demek ki çok acil benim “Milli Eğitim Bakanı” olmam gerekiyor, çok acil… Bunların hepsine bir günde son vereceğim.

Muttalip: Hatta, Kültür Bakanlığı ile birleştireceksin ikisini…

Musa Eroğlu: Hatta, daha başka; olur mu? Çok görev var bana, bunun ikisini birleştireceğim ben. O kesin…
Demek ki, o kısa sürede bir şey anlatmışlar ki bize mektepte, şimdi onları anlatıyoruz. Ve tamı tamına doğruymuş onlar…

Peki, 1938, 10 Kasım, saat 9’u 6 geçe ne başlamış? Gericilik… Eğitimsizlik…
Önce bunlar yok edilmiş işte… Bunlar yok edilmiş. Yabancı menşeli; “burası ufak Amerika olacak” diyorlardı benim çocukluğumda. 1960 ihtilalinde falan. Evet, tam bir Amerika oldu burası. Ama 8’inci sınıf bir Amerika. Peki burayı kim yönetti? O beyler. O beyler hala da 40 yıldır siyasetteler… Demek ki umut yok. Umut yok yani; benim ne Türk Kültürü ile ilgili, ne ülkemin insanlarının sosyolojik tanımıyla ilgili, şansım yok bir öğrenci olarak… Sen de diyorsun ki “Bağlama öğrencilerine ne öğretiyorsun?” Hangisini öğretelim? Seçeneği size bırakıyorum.
Sistem yardım etse devlet bu tür yerleri destekler. Halk Oyunlarını destekler. Halk Kültürüyle ilgilenen yerleri destekler.

Ayrobik dersleri var sabah. Spor, yabancı müzikler; çağdaşlaşıyoruz ya… Zaten Beethoven de beste yaparken bizi bekliyordu; “şu” diyordu, “besteyi yapayım Türkiye’ye göndereyim, çocuklar onunla sabah sporu yapsınlar…”

İşte o enstitülerde sabahleyin Zeybekle başlanırdı… Isınma hareketi… Müziğe göre; bölge bölge. En sonunda Horonla biterdi. Isınmış olurlardı. Kendi kültürlerini öğrenerek… Karadenizli Egenin zeybeğini tanırdı. Egeli çocuk da Karadenizin Horonunu tanırdı. Trakya’nınkini tanırdı. Diyarbakır’ı tanırdı. Halayı tanırdı ve birbirlerini tanırlardı… O zaman bu memlekette bölücü yoktu yüksek kademelerde… Yüksek kademelere bölücü geldikten sonra, suçu başkasına ataraktan yeteri kadar bu ülkeyi böldüler; yani başka yerlere dikkat çekerek. Hala da devam ediyorlar… Ne olacak? Bölüp bölüp tarhana çorbası gibi içine biraz da nohut, azıcık fasulye… Kaynasın, kaynamasın… Birazcık Mercimek… Bu ülke bunlardan kurtulacak! O zaman ben daha düzgün Türkü söyleyeceğim. Çocuklarımıza daha düzgün Mengimizi anlatabileceğiz. Mekteplerde çocuklar kendimizi, kimliğimizi öğrenecek. Yabancı bir ülkenin karşısında eğilmeyeceğiz. Biz buyuz diyeceğiz. Bizi kimse pazarlamayacak! Biz kendimiz öğreneceğiz. Onu da öğreneceğiz Mozart’ı da öğreneceğiz. Çaykovski’yi de öğreneceğiz, Bach’ı da öğreneceğiz… Ama önce kendimizi öğrendikten sonra…

Sistem bu. Bunun içinde bir sanatçıyla konuşuyorsun; bunları böyle gören…
Köyümü de anlattım. Köyden çıktım buraya kadar geldim. Bu mesafenin içinde bunları düşünüyorum… Bir öğretmen olsam bunları yapacağım. Bir bakan olsam bunları yapacağım. Bir sanatçı olsam ki, zaten o görevimi yaptığımı düşünüyorum, çocuklarımıza bir şey öğretme noktasına geldiğimiz zaman, çocuklarımıza işte ucundan, kıyısından işte şu şudur, bu şudur… küçücük şeyler…

Musa Eroğlu

Hatta müziğe bile bir standart getirmişler. Şimdi kursların bir standardı var. Müzikte hiç standart yok. Arabayı sürmeyi öğrenene ehliyet veriliyor şoför okulunda. Halı kurslarında halı dokumayı öğreniyor. Ama puanlar çok aşağıda olduğu için 53-55 civarında benim okulun, bizim okulun müdürü benim kızım. Orada hem ders veriyor hem de çocuklarla birebir ilgilendiği için, oradaki öğrenciye devletin verdiği Musa Eroğlu Müzik Kursunda öğrencilere verilen müfredatın bir puanı var, o aşağıda olduğu için. Halbuki müzikten kim 100 puan alabilir? Müziğin puanı filan yok ki!..
Ötesi yok… 1500 puan… 100 üzerinden 1500… Buna 53-54 vermiştir, 54’ün üzerinde soru sorduğum zaman çocuk daha 4 tane, 5 tane Türkü öğrenmeden mahkemeye verebiliyor… Yani hiç bir şey öğrenmeden bir şey alıyor eline… Çünkü sistem öyle… Çocuğun kabahati yok. Sistem geliyor senin kursunu kapatıyor… Şimdi bu memlekette kültürden, sanattan nasıl bahsedebiliriz? Nasıl bahsedebiliriz? Hiçbir şeyden bahsedemeyiz…
Demek ki, sanatçı dediğimiz insan duyarlı olmalı her şeye. Duyarlı olmalı. Ben bunları öğrendim 40 senede. Öyle de yaşıyorum. Öyle de düşünüyorum. Öyle de paylaşmaya çalışıyorum.

Mutilcemiz.net: Musa abi, şimdi Mut’tan bir çok Türkü derledin, bir anın var mı Mut Türküleri ile ilgili; derlerken, bestelerken…

Musa Eroğlu: Türkü bestelenmez!..

Mutilcemiz.net: Özür dilerim.

Musa Eroğlu: Türkü bestelenmez! Türküyü halk besteler. Yoğurur onu hamur gibi, seneler içinde. Bize de sunarlar. Biz de söyleriz onu. Ama bu bölgenin Türküsü, Taşeli bölgesinin Türküleri için, aynı insanlar olduğu için, aynı çalgıcı olduğu için, aynı dinleyiciler olduğu için buraya Taşeli deniyor; Anamur, Gülnar, Mut. Silifke… Böyle bir bölge burası. Ama şimdi devletin kayıtlarına Türküler geçerken, bizim Mut’tan herhangi bir kademede insan olmadığı için o günkü derleyiciler işte Silifke’de, ikili ilişkilerinden dolayı, orada karşılaşıyorlar, insanların yaptığı besteleri dahi Silifke Türküsü diye şeylere kaydettiriyorlar. Tabi, eğer bir Folklor değeri varsa… Bu Taşeli Dernekler; -ilk olarak 1930’larda bu Taşeli Dernekleri İçel’de kuruluyor… Benim söyleyeceğim -çok önemli bir ayraç çünkü; Silifke Türküsü diyebilmemiz için Türküleri çalanlara bir bakacağız; 1954-1955’lerde Göcekler Köyü’nü sel aldığı zaman Silifke’ye göçen çalgıcılar Silifke’dekiler. Silifke’de çalgıcı yok… Bilen varsa gelsin tartışalım. Hasan Usta’nın çocukları… Silifke’ye göçüyorlar orda başlıyorlar bu Mut’taki çaldıkları Gırnata’yı (Klarnet) çalmaya… Oradan bir adam topluyor bunları Silifke Ekibi kuruyor… Silifke Türküleri oluyor. Mut’ta öğrendiklerini oraya kaydettiriyorlar, sahipsiz olduğu için burası… Halbuki tümü Taşeli Türküleridir.

Ben gündeme geldikten sonra MUT sözcüğü Türkülere ad olmaya başladı. Daha önce yoktu. Taşeli deyince de hem Mutlular kızıyor, hem Gülnarlılar kızıyor…
Silifke’deki oluşum eğer üstünde “Anamur yolları gayrak, çakıllı” diye yazmasa onu da “Silifke Türküsü” diye kayıtlara geçirmeye çalışırlar. Allah’tan “Anamur Yolları” diyor da…

Peki bu kadar niye iddialı konuşuyorum? Bir araştırmacı, bakanlığın bir araştırmacısı daha doğrusu Kültür Müdürü bu “Nerden gelirsin Silifke Kalesi’nden” diye bir Türkü var ya, eskiden onu benim çocukluğumda -bir hicivdir o- “Nerden gelirsin Zirzop kalesinden… Ne geziyorsun açlık belasından…. Nerde yattın, poyraz beyin konağında… Altım tahta üstüm tahta kupkuru yerde efendim” dedi. “Zirzop Kalesi diye bir yer var mı?” “Var” dedim. “Sen hiç gitmedin mi?” “Aslı yok yaylasına çıkıyorsun ya” dedim. “Hemen kale karşına çıkar…” İçini bile anlamıyor… Ama Silifke’de bir Kale görmüş… “Nerdeeen gelirsin de Estergon Kalesi’nden…”. Orada da bir Kale var. Demek ki, onlar da sonradan çakma eğitimli… (gülümsüyor) araştırmacı değil…

Silifke’nin Yoğurdu, yok! Uydurma o! Benim çocukluğumda -çocukları daha sağdır herhalde, Zalef Emmi “Kocaşlı’nın Yoğurdu” diye söylerdi. Bizim Kocaşlı Yörükleri var ya, onlar çok güzel yoğurt çalarlardı. Sonra Kocaşlı’nın Yoğurdu Koca Ayşa’ya dönüştü. İşte yörüklerde bir Ayşe kadının yoğurdu. Sonra Silifke’ye ithal edildi. “Silifke’nin Yoğurdu”, yahu Silifke’de yorgun domuz eğlenmez. “Silivri’nin Yoğurdu” dese… “Yoğurt Bayramı” var Silivri’de, denemek için yoğurdu kesip sana atıyorlar, öyle yoğurt çalıyorlar. Silifke’de nereden bulacaksın yoğurdu yaaaa?!

Kocaşlı’nın Yoğurdu Kocaşlı yörüklerinin. Burada, işte tahrifat bu… Kolunu bacağını budadın mı… Nasreddin Hoca leyleğe bakmış ve demiş ki, “Böyle kuş olamaz. Hem ayağı uzun hem boynu uzun” Ayaklarını bir 15 santim kesmişler, kafasını da.. “Aha, şimdi bir kuşa benzedin” demiş. Türküleri böyle kuşa benzettiler sahipsiz olduğu için.

Bu konuda Mutluların bana yardımı var mı?

Yok…

Muttalip: Mutlular sana sahip çıktı mı? Yok…

Musa Eroğlu: Artık onu kendilerine soracaksınız. Onu kendilerine soracağız ama benim öyle bir beklentim de yok…
Ben bu memlekette yaşayan halkın sorunlarını Türkülerle anlatıyorum. Bana ödül versinler falan filan diye öyle bir derdim yok. Ama ben kendime bir yer yapmışım oraya, altına da bir yazı yazmışım. Yolda bir slogan görüyorsunuz ya, “Ellerinle Yaktığın Ormanı Gözyaşınla Söndüremezsin!..”

İşte bir tane bak oraya heykel dikmişim ben. Oraya Cumhuriyet’in geleceğine diye bir orman yapmışım. Herkes 5 ağaç dikse 30 milyon Türk ile 1,5 milyar ağaç eder.
Demek ki kültür gerekli, ağaç Kültürü. Okuma gerekli. Öğrenme gerekli. Ama bizi yönetenler, biz okursak bizi yönetemezler, sıkıntı orada. Yönetemedikleri için geriye doğru 9’u 6 geçe başlattıkları gericiliği 2010 yılına böyle taşıyorlar. Eh, yetiştirdikleri mahlukatlar da ortada… Akıllı adam istemez… Ülkesini seven istemez… Milliyetçi hiç istemez. Benim gibi bir Milliyetçi kesinlikle istemez. Tahammül edemez. Şöylesini ister (Bozkurt işareti yaparak). Ama beni istemez. Çünkü esas bu ülkenin sahibiyim ben… Bana emanet burası… Kimden? Dedemden. 7 devlete karşı kazanıp bana emanet eden dedeme hangi namussuz şerefsiz ihanet edebilir? Söyler misin bana…nasıl ihanet edebilir?

Esas altı çizilecek nokta burasıdır; dedemin hediyesi bu bana… Kanını dökmüş… Bak burada konuşuyoruz; bunun ne anlama geldiğini bunlara anlatacaksın… Öyle şakası olmaz bunun… Tabii, bunu bir Türkücü olarak konuşuyorum ben. Bunu ben değil, bu ülkenin tarihçisi, edebiyatçısı, sosyoloğu konuşmalı. Zahmet olmazsa siyasetçileri de…

Musa Eroğlu

Bu ülkenin sahibi benim işte… Türkülerimle bu ülkede taş gibi de ayaktayım…

Mutilcemiz.net: Karacaoğlan’dan bahsedelim mi biraz?

Musa Eroğlu: Benden mi?

Mutilcemiz.net: Evet senden.

Musa Eroğlu: 2010 yılının Karacaoğlan’ı. (gülüyor) Şimdi hep “Çağın Karacaoğlanı” diyorlar da bana… Ben de diyorum ki ben “Çağın Karacaoğlanı -sağolsunlar yakıştırmışlar- ben Karacaoğlan’ın şiirlerindeki ütopyaları gerçekleştiren biriyim. Onun ütopyaları var şiirlerinde… Bir şeyler var… Onları gerçekleştiriyorum ben. Emanet… Ama Karacaoğlan’ın yapısal, şiirsel, sanatsal boyutuna baktığın zaman; -bunu çok iddia ile söylüyorum- şairlerin epey bir bölümü söylevlerinden dolayı yok olabilirler, rejim değişebilir, başka bir yere taşınabiliriz, başka bir mezraya taşınabilir, bilgi, kültür ve saire… Ama bu doğayı yok etmeden -yaşadığımız- Karacaoğlan’ı yok edemezsiniz. Neden mi? Şiirlerinde her dört dizeden 3 tanesinde doğadan örnekler var. Demek ki Karacaoğlan’ı yok etmek için bu doğayı tahrip edeceksin (gülüyor). İşte şair… Doğa şairidir Karacaoğlan; çiçekle konuşur, ağaçla konuşur, rüzgarla konuşur, tipi ile konuşur…

Ve bizim yaşam biçimimize de çok uygundur dili. Yani “Çağın Karacaoğlanı” olmak ne demek?..

Mutilcemiz.net: Büyük bir sorumluluk.

Musa Eroğlu: Çok büyük bir sorumluluk ister tabi…

Mutilcemiz.net: Biraz önce sohbetimizde “Yaşam Felsefesi” ile ilgili 3 tane kuraldan bahsetmiştik, bu da Karacaoğlan’a uyuyor mu doğa anlamında, çevre anlamında?

Musa Eroğlu: Tabii, Karacaoğlan o tür şeyler de söylemiş Karacaoğlan. Onu kimler nasıl anlıyor, iş orada; “yav Karacaoğlan” diyor “böyle uçkur havaları falan söylüyor” filandı, feşmakandı… Sen öyle düşünüyorsun da ondan… Buradaki kastettiği şey senin estetiğin aslında… Senin estetiğin… Senin içinde öyle bir aşk, öyle bir duygu yoksa Karacaoğlan’ın neresini anlayacaksın sen? Hiç “Gurbet” sözü geçmeden gurbeti kim anlatmıştır? Karacaoğlan bir meteoroloji uzmanı mı yani?

Ne diyor biliyor musun:

“Çukurova bayramlığını giyerken,
Sana cennet desem yakışır dağlar”

Çukurova nasıl bayramlık giyer? Hiç bahar demiyor değil mi? Bütün doğadaki çiçekler ayaklanıyor, tıpkı insanların kıyafetleri gibi. Bayramda biz en güzel şeylerimizi giymez miyiz? Neresini anlamış acaba Karacaoğlan’ın?

Mutilcemiz.net: Karacaoğlan bir derya…

Musa Eroğlu: Eh tabii. Hatta çok orijinal bir şey; biz Hakkari’de olsak veya şeydeyiz; İran’da oturuyoruz; iki kişiyiz orada, üç kişi, Muttalip, Karacaoğlan çıksa gelse, bizimle hangi dilde konuşacak? Aynı bizim dilimizle değil mi? Karacaoğlan ülkemizde bir dil öğretmeni. Bizim Türk Dil Kurumu’nun Karacaoğlan’ın her sokak başına bir heykelini dikmesi lazım. Sırf dili koruma adına.
Çok önemli bu. Çocuklarımıza; “Türkçe Öğrenelim!” diyorsun, ondan sonra ne öğrettiğin meçhul… Öğretsene çocuklara Karacaoğlan’ı… Öğret! Aşık Sait’i öğret! Daha ötekileri öğret! Yok, onları öğretmeyeceğiz!.. Değilse akıllanırlar. O zaman yönetemezler bizi…

Ben bir sanatçı duyarlılığı olarak bunları söylüyorum değilse kendime göre Türkü söylüyorum. İşin o benden yanı. Ben duyarlılığımı anlattım. Niye duyarlı olduğumu…

Mutilcemiz.net: Son olarak mutilcemiz.net sitesi üyeleri, okurlarına, Mutlulara söylemek istediğin neler var Musa abi?

Musa Eroğlu: Tabii, Mut için şunu söylemeliyim: bir kere doğduğum yer olduğu için burada oturuyorum ben. Burada oturmayabilirdim. Burada oturmamın sebebi; ben Mutluyum çünkü. Başta söyledim, buranın insanlarını seviyorum. Buranın insanlarını seviyorum, hatta kaygılı bir ifade de kullanacağım, ben başka bir şehirde de yaşayabilirdim, yaşlılığımı orada geçirebilirdim ama kendimi güvende hissetmiyorum ben başka yerde. Demek ki buradaki insanların hala düzgün olduğuna inanıyorum. Fazla kavgacı olduğuna inanmıyorum. İşte bunun adı kültürdür. Döğüşürler, çekişirler üç gün sonra barışırlar. Kindar değillerdir; törelerinde, geçmişinde şey yoktur, hiç…

Mut niye önemli? Mut’un tarihine baktığın zaman bir sürü yabancı uyruklu, Rumlar oturmuş burada, Ermeniler oturmuş. Çünkü biz burada birlikte oturmuşuz senelerce. Başka bir ölçekte başka bir yere baktığımız zaman böyle bir ölçek bulamayız. Onun için buradan Mutlulara da teşekkür etmek istiyorum; bundan sonra da aksini yapmayacaklarına inandığım için… Değilse, insan ayıplama, insan kınama, insan kötüleme sadece insan olmayanların işidir. Hele bunu inanç adına yapıyorlarsa daha kötü. O zaman da Tanrının yarattığı her şeye müdahale ediyorsun demektir… Daha kötü adamsın demektir…

Mutlulara selam olsun buradan. (el sallıyor)

Musa Eroğlu

Bu söyleşinin gerçekleşmesi ve hazırlanmasında katkısı olan Mahmut ÖZDEMİR’e, Muttalip YILDIZ’a ve Kerim HANEDAN’a teşekkür ederiz.

Not: Musa Eroğlu ile mutilcemiz.net adına gerçekleştirilen bu söyleşi videodan olduğu gibi aktarılmıştır.

(31.08.2010 – İbrahim ARI)