Süray Vural; hani şu hiç takım elbise ile görmediğimiz, hep spor giyimli görüp bildiğimiz, karayağız delikanlı Süray Vural. Hani; kiminin hocası, kiminin dayısı, tek varsıllığı Mut Folklorü olan Mut Halk Oyunlarının duayeni Süray Vural. Yılmaz Güney’in Eşkiya Celladı filminin Kınalı Ağaları olan Osman ve Tayfur’un ağbisi. Hani bir zamanların efsane ismi sinemacı Yılmaz Seyrankaya’nın SÜRAYKO’su.
Süray Vural 73 yaşında. Sıcak bir Mut yazında kafamda tasarladığım “50. Yılında Süray Vural/Jübile” söyleşimiz için kendisini eve davet ettim. Söyleşiye ısınalım diye bana ulaştırdığı, yerel sanatçılarımızdan Sade Demir tarafından seslendirilen Mut Türkülerini açtım. Mut Türküleri çalar da Süray Vural durur mu!? Olduğu yerde kıpır kıpır… Biraz aradan sonra da başka bir aleme geçti zaten. Söyleşimiz süresince anlattığı anıları, bir bir, tek tek yaşadı; duygulandı, gözleri yaşardı, ağladı… Eski zamanlara süzüldü ve kendisini bana anlattığı anılarına kaptırdı. Sonra birden ayağa fırladı ve tüm heybetiyle “Tek Zeybek” oynadı -aklına ne geldiyse zahir…
İnsan yaptığı işi severse, işi ile kendisini bütünleştirebilirse zevk alır ve o işi seve seve yapar, mutlu olur. Tutkunun önplanda olduğu bu durumlarda maddiyat ikinci, hatta üçüncü planda kalır. Süray Vural da işte böylesine tutkulu; kendisini işine, Mut Folklörüne adamış birisi. Toplumsal yaşama katkı sunmuş alçakgönüllülüğünde ötesinde bir hümanist.
Süray Vural 19 Ağustos 1942, Mut, Kozlar, Ayderesi doğumlu. Babası Gençali’den Arap Tayfur’un oğlu Hulusi Vural. Annesi Fakırca’dan Osman Kiya’nın kızı Fadime Koçak. “Üçü kız, üçü oğlan altı kardeşiz. En büyükleri benim. İkizlerden Tayfur yıllar önce öldü… Biz zamanında Mersin’den göçtük. Adresimizde Mahmudiye Mahallesi, 124 Sokaktı. O zamanlar Hasan Koçak, Tevfik Sırrı’ya giderlerdi, hiç unutmam… Selami Abi’de özel okul şapkaları vardı. O zamanlar yine Kaya Giritlioğlu (Terzi) ve Cengiz Giritlioğlu vardı; bunlar okudular. Daha sonra İstanbul’a yerleştiler. Boyacı Yaşar Ata’nın şimdiki evi de onlarındı… Okula Mut’ta başladım.” diyor.
Süray Vural ilkokulu Mut Merkez İlkokulu’nda (şimdiki Cumhuriyet İlkokulu) Zehra Doğan’da 3. sınıfa kadar okur. Sınıfta kalır ve 3. Sınıfı İhsan Baykan’da (onun için “Köy Enstitülü, müthiş keman çalardı” diyor) 4 ve 5’i Hüsnü Özkay’da okur. Artık sözü kendisine bırakayım.
İbrahim Arı: Abi o günlerle ilgili, okulla ilgili hemen aklına gelen bir anını paylaşır mısın bizimle?
Süray Vural: Tabi, 4. Sınıftayken bi rakı içtik; bizim evin yeri bahçeydi o zamanlar. Babamın Ford’u vardı. Açtık arabayı; bir rakı var, puturlu şişe. Manav Ali’nin hanında Ahmet Boyar (Sızmaz), Nadir Kırık; belediyeden emekli Süslü Nadir, açtık rakıyı, bir de üzüm bulduk. Acı geldi bize tabi. İçerde de Sırma; rahmetlik oldu, dostuna türkü söyleyiveriyor. Biz de orda onu dinleyip eğleneceğiz diye içiyoruz. “Yandım ataşına akşama, söz verdim küçük gardaşına” diye diye…
Rakıyı içemedik; acı, zehir gibi. Şimdiki jandarma karakolunun olduğu yer hastane bahçesiydi; ağaçlıklı, oraya rakıyı sakladık, gömdük. Aradan zaman geçti. Teneffüste aklımıza geldi rakı. Rakı tatlanmış (bu defa Ali Çakal Güldal da var ama o içmedi). Zil çaldı. Başöğretmen Ali Osman Sönmez, Elbeğli’den, bizi yakaladı tabi. Bizi dizdi şöyle. “İçtiniz mi?” diye soruyor. Ben babama söyler diye korkuyorum. Hademe Hasan’ı çağırdı, “git bunların babalarını çağır” dedi. Sonra fikir değiştirdi ve kendi dövmeye karar verdi… Sınıfa girdik; kız arkadaşlar da olaydan haberdar olmuş. Hüsnü Oskay’a “öğretmenim pis bir şey kokuyor” dediler, o da “çocuklar onların işi vardı, kokan ispirto” dedi, öyle bir büyüklük yaptı bize…
İ.A: Süray Abi daha sonra okula devam etmedin mi?
S.V: Ortaokulu kalede okudum ama bitirmeden boşladım. Kısaca tahsilim “Alaylı…” diyorum ben.
İ.A: Halk Oyunlarına ilgin nasıl başladı?
S.V: Eskiden Cumhuriyet Bayramları’nda Çınaraltı’nda törenlerden sonra güreş müsabakaları olurdu. Muhittin Yalçın Amca, Fuat Yıldırım Amca, Kunduracı Şefik Ünsal bunlar orda zeybek oynarlardı ve Kırnatacı Halil (Abdal) çalardı. Onlara imrenirdim, kendimi onlarla oynarken hayal ederdim. Oynamak içimde bir ukdeydi.
Bir de şimdiki Cuma pazarının olduğu yer yemyeşil çayırlık. Kenarları da kavak dolu, daha önce de murt vardı. Arklardan gani gani su akardı. Biz top oynardık o çayırlıkta. Sonra çizgi, çivi, mucuk, esir alma, uzun eşek, tın tın gibi oyunlar oynardık. Şimdiki orman işletmesinin yeri top sahasıydı. Yine orada da top oynardık. Bizim büyüklerimiz de Mut İdman Yurdu’nun çatısı altında futbol oynarlardı, müsamereler yaparlardı. Ben gıpta ederdim onlara. Dörtyollu Selami, Dolmanın Selami (Şoför), piyes, türkü, monolog eğlenceler düzenlerlerdi. Biz de onları seyrederdik. Örneğin, “Biz de öyle kadınlar vardır ki; 45 günde oğlanı, bir ayda kızı doğuruyor. Biz de öyle zenginler vardır ki; en fakirinin cüzdanı kamyonlarda taşınır” adlı oyunu civar ilçelerde de sergilemeye giderlerdi. Mut İdman Yurdunun yeri de o festival alanındaki surların orada üstteydi. Müsamerelere de oralarda hazırlanırlardı. İşte onlardan etkilendim…
İ.A: Çocukluğunda seni çok etkileyen bir anını anlatır mısın Abi
S.V: Bende hatıra çok, birini anlatayım. Doğancı Mahallesi’nde bizim evin üstünde Nalbant Hacı vardı. Cumartesi düğün başlamış. Orda bir de ceviz ağacı vardı. Onların evinin bitişiğinde Kasap Ahmet vardı. Bizde çocuğuz. Davulcu Ali, Durmuş ve Durhasan; üç kardeş çalgıcı, bunlar daha duvarın üstünde oturuyorlar. Kasap Ahmet emmi külot pantolon giyerdi. Düğüne geliyor, evi de yakın… Daha çalgıcıların yanına varmadan “Heeeyyt! Oğlum Durmuş!!!” dedi. “Buyur Ahmet Abi!”, “Bir Tek Zeybek çal da oynayım” dedi. Hemen gırnata çıktı. 3 kardeş bi başladılar… Bi oynadı, bi oynadı.. beni mest etti…
Yine başka bir düğünde “Ana şu davulun sesini duyunca içime birşey oluyor” dedim. Annemde izin verdi “git baban gelmeden seyret gel” dedi.
İ.A: Düğünler seni çok mu etkilerdi?
S.V: Hem de nasıl! Dedimya bizim şuanki evin yeri o zaman bahçeydi. Bizimkiler Ford v8 kamyon ile Çortak’tan kayısı alıyorlar, haliyle bizi de götürüyorlar. Halis Çınar’la seviniyoruz bir yerleri göreceğiz diye. Kayısı yüklenip Konya’ya gidecek…
Tevfik Hoca’nın oğlu Rahmi Doğanlar ile Terzi Rıza’nın kızının düğünleri var. Akşamüstü babamla eşikte oturuyoruz. Şoför Kasap Ahmet’in oğlu Reşit düğüne gitmişti, “Mut Okşaması”nı çala çala geçiyorlar. İçimi okşuyor… Babama “baba be bu hava çalınınca insanın ağlayası geliyor” deyince babam da bana “sahi oğlum öyle oluyor, git sen de Reşit ağanla gelirsin” dedi. Çok mutlu oldum, bi sevindim, bi sevindim, hemen düğün yerine vardım. Gırnatacı Ali çalıyor, Reşit Ağa oynuyor. Nefis oynardı ama… Ben varınca o da beni kendisini çağırmak için geldim sanmış. Bugünkü gibi aklımda; “Zeytin Dalları Zeybeği” oynuyordu. Yumurta topuk ayakkabısı, Atatürk şapkası ile nefis oynardı. Bunlar hep benim etkilendiğim kişiler işte…
İ.A: Abi, ilki 1962’de yapılan Kayısı Festivalimize nasıl başlandı?
S.V: 1962’de yapılmaya başlanan Mut’un Kayısı Bayramının fikir babası o zamanın Belediye Başkanı Aslan Yalçın, Sıtkı Soylu ve Yahya İnanıcı’ydı. Elbette organizasyonda olan başkaları da vardı, ama bu üç isim bu işin mimarlarıdır. 1960’lı yıllarda bizim çevremizde -buna Mersin’de dahil, festival 3 yerde yapılırdı. Bunlar; Antalya Altın Portakal Festivali, Karaman Dil Bayramı ve Mut Kayısı Bayramı.
İ.A: O zamanlar Kayısı Bayramı nasıl kutlanıyordu?
S.V: O zamanlar şenlikler çok ihtişamlı olurdu. Çınaraltının alt yanına kazanları kurarlar önce gelenleri doyururlardı. Şenlikte bugünkü okulun önündeki festival alanında yapılırdı.
İ.A: Peki, askere gidişin nasıl oldu?
S.V: Oktay Atlay abiyle birlikte Karaman’a gitmiştik, bizim kamyonla. Oradan ben (1962’de) askere gittim. Kayısı Bayramı’ndan sonrasıydı. 1964’te de geldim, 24 ay yaptım askerliği.
İ.A: Ankara Gençlik Parkının ve Samsun Fuarının senin için önemi nedir?
S.V: O zamanların geleneği olarak sezonlarda dışarı gidilirdi. Ankara’da oynamadığımız yer kalmadı. Düğün salonlarından Gar Gazinosuna kadar ayak basmadığımız yer kalmazdı.
Gençlik Parkı, Samsun Fuarı gibi… 7 kişi olurduk; dört oyuncu, üç çalgıcı. Musa Eroğlu da o zamanlar yanımızda olurdu. Ramazan Gerez, Oktay Atlay ve İsmail Raşit Canca Ankara’da sahne alıyorlardı. Gençlik Parkında profesyonelce sahneye çıkardık. Kaldığımız otelin telefon numarası 122 745 idi. Fanlar çok olurdu. Fotoğraflarımızı imzalar onlara bu numarayı verirdik. Ankara’da iki fotoğrafçı vardı o zamanlar. Birisi artislerin fotoğraflarını çekerdi. Foto Bella bizimkini de çekmişti. 25 kuruşa table ederdi bize. Sahnede imzalayıp verelim diye. Fotoğrafların altına otelin telefonunu yazardık, arayan çok olurdu.
Ayrıca ekstra işlere de giderdik. Örneğin: 1968’de Samsun’a gittiğimiz ekip ben, Abdurahman İpek, Sebahattin Ata, Hüseyin Örs (klarnetçi), Nazım Örs (davul), Ali Mirahor ve okuyucu olarak Musa Eroğlu’ydu. Orada bir ay kaldık.
İ.A: Abi çapkınlık var mıydı, çapkınlık…
S.V: Oooo… O zamanlarda bol kız tavlardık. Mesela Samsun’da kırmızı beyaz mayo aldık. Samsunspor’un renginden dolayı. Plaja gittik. “Matasyon” diyorlardı plajlara. O kampın müdürü bizi iyi karşıladı, aldı çadıra. Orada iki kadına rastladık Ankara’dan tanıdığımız. O zamanlar çapkınlığımız elbette var tabi…
Şöyle de bir anımız var Haşim’le, aklıma geldi: Biz çok terliyoruz ya, Haşim (Ünsal) dediki, “Nermin Demirçay şu kokuyu alın” dedi. Eline yazıvermiş gayri. Gidip eczaneden alalım dedik. Anafartalar’dan gittik aldık. Eczacı bizi hemen tanıdı, “Oooo Mut Ekibi hoş geldiniz” dedi. “Bize şunu verin” dedik adam da bize “bunu ne yapacaksınız” diye sordu, yuvarlak bir şişe. Meğerse aldığımız makyaj yapmadan önce yüzün kirini çıkarmak içinmiş (gülüşüyoruz).
İ.A: Süray Abi devam ediyor anlatmaya: Koku deyince; Muhterem Nur (Müslüm Gürses’in eşi) o zamanlar dansözdü. Lunapark Aile Gazinosunda onunla da sahne paylaştık. İki oyun oynardık biz “Keklik” ve “Sallama” o da orada ortamızda oynardı. Kadın çok güzel kokardı. Biz de Revedor Kolonyası alırdık, güzel kokalım diye… Hiç unutamam 14 lira ödemiştik, iyi para tabi.
Yine daha yakın bir zamanda Afyon’daydık ve orada Silifke ekibi de vardı. Bizim Davulcunun İsmet vardı, ben, Kadir, Tuncay, Raşit, Yılmaz Turan varız. Çocukluğunda Orman Dairesinde bir müdürün oğlunda ukde kalmış, bizden “Yaban Eller” istedi. Bizim İsmet oynadı. Orda iki tane de kız tavlamıştık Utku Seymen’le, hiç unutmam…
Afyon’dakiler bizi çok sevdi ve oraya defalarca gittik, oradan da hep Kocatepe’ye kutlamalara uğrardık.
Yine bizim Eczacı Ertuğrul Eskişehir’de okulda, onu Ankara otogarından Mut’a yolluyorduk, orada otobüste iki kız bizi tanıdı, Samsun’a gidiyorlarmış, şaka ile, “biz de sizinle Samsun’a geliyoruz” deyince orada da hep birlikte baya bi gülüşmüştük.
İ.A: Abi sizin o zamanlar bir de meşhur lokantanız varmış Mut’ta…
S.V: Vardı. Akif Baykan’ın altı ilk bizim Yeşil Mut Lokantasıydı. Babam lokantayı benim üstüme yapmıştı. Öyle lüks bir lokanta daha açılmadı Mut’a. Aşçı ayrı, kepçecimiz ayrıydı, kebapçımız ona keza. Bir masaya iki garson bakardı. Bunlar papyonlu, servislerde disiplinli ve düzenliydi. Ankara’da Foto Bella’ya Halk Oyunları fotoğrafları yaptırmıştım, lokantaya hep onları astık. Otobüsler karşıya dururdu, müşteriler gelirken yavaştan Mut Türküleriyle karşılanırdı.
İ.A: Abi şu Yılmaz Güney’in Mut serüveni ilgili anılardan da bahseder misin bize?
S.V: Tabi. Demirci Abdurrahman’ın oğlu Abdullah Ataç getirmişti onları Mut’a yıl 1966 – 1967. Yılmaz Güney, Nebahat Çehre, Danyal Topatan, Tuncer Necmioğlu, Sırrı Elitaş varlardı. Eşkiya Celladı filminde rol almış Abdullah Ataç, Tunca abi, Mehmet Yılmaz Seyrankaya ve ben çekimlerden sonra Kelceköye gittik. Muzaffer Ağa, rahmetlinin evinin önüne serdik sofrayı. Hüseyin Örs, Gök Karga derken Zadefin Ali Aykıran “Kozan Dağı”na girdi. Senarist, yönetmen Remzi Jöntürk dedi ki “Yılmaz Güney şimdi burada olsaydı şuan avradı boşardı” dedi. Yılmaz Güney üç rolde oynamıştı.
Yine aklımda olan: Nebahat Çehre’nin Mustang markalı bir arabası vardı, onunla Dağpazarı’na geldi. Taa Antalya’dan geldi. Nilüfer Koçyiğit’i çok kıskanırdı. Çadırın içinde Nilüfer Koçyiğit’i gördü tabi ve sırf o yüzden Nebahat Çehre çekip geri gitmişti.
İ.A: Halk Oyunları’na ilk adımını ne zaman attın?
S.V: Halk Oyunları’na ilk adımımı 1965 yılında attım.
İ.A: Halk Oyunları’na başlaman kolay oldu mu?
S.V: Olmadı tabi ki. Ben Halk Oyunlarına başlayıp Mut’tan çıktıktan sonra babamı öyle doldurmuşlar ki; “senin oğlan Abdalların arkasına düştü gitti” demişler. Babam köpürüyor, çok kızmış. Birgün Lunapark Aile Gazinosu’ndayız, komi geldi “abi seni bir Subay çağırıyor” dedi. Süreyya Milli adı, Üstteğmen. “Süray, baban çok kızmış…” dedi. O zaman babam Yahya İnanıcı ile ortak kayısıcılık yani tüccarlık yapıyorlardı. Babam ve Yahya Abi bir Binbaşı ile beraber lunaparka geldiler Yahya Abi bana, “git babanın elini öp” dedi. Gittim elini öpmek için uzandım ama elini geri çekti. Bende geri dönüp gittim.
Babam daha sonra bana telgraf çekti “acele gel” diye. Bende Taksi tutup geldim. Saç traşımı sadece Mut’ta olurdum, Ökkeş abiye. Başka yerde traş olmazdım. Traş olup tekrar geri dönerdim. Ben gelen telgraf üzerine Taksi tuttum geldim. Bir Cuma günüydü. Sabah bizim lokantada babam köylülerden alışveriş yapıyordu. Vardım yanına elini öptüm. “Oğlum, doğru eve git annenin seni göresi gelmiş” dedi. O eski sert babadan hiç eser yok… Hatta taksiciye hediye bile verdi. Şaşıp kaldım.
Şaşkınlığım devam ederken bizim Mut Folklör Musiki Derneği seçimleri yapıldı. Babam o derneğin başkanı oldu. Bana kızan babam… Düğünler, çalgıcılar hep bizim derneğe bağlandı. Dernekten izin almadan düğüne gidemezlerdi. Babamın ilişkileri iyiydi. Gerekli izinleri aldı. İşte o babam bizimle taa Ağrı’ya bile geldi. Nerden nereye…
Mut’un da en iyi tanıtımı bence o yıllarda oldu.
İ.A: Sanırım Belediyede de çalıştın değil mi?
S.V: Evet çalıştım. “Belediyede kral, folklorda kral, futbolda kral, sinemada kral Dayının oğlu Süray Vural” derlerdi bana (gülüşüyoruz). Aslan Yalçın trafik kazasında ölmüştü. Ondan sonra Yahya İnanıcı Belediye Başkanı oldu. Ben de 1971-1975 arası 5 sene çalıştım belediyede. Elektrik Su İşletmesi’nde Mansur Yılmaz’ın yanında İşar Memuru (okuyucu) olarak çalıştım.
1 Haziran 1971 tarihiydi. O zamanlar Cumartesi günleri saat 13’e kadar mesai vardı. Baykan Oteli’nin önünde oturuyoruz. Benim saç sakal karışmış şekilde. Yahya Abi Belediye Başkanı geldi “Süray, git göreve başla, ha önce traş ol!” dedi. Gittim traş oldum. Kemal Efecan da terzi, oraya oturdum. Rahmetli Hüseyin İşler Abi geldi “haydi, haydi bakalım hayırlı olsun” dedi. “Abi orası siyasi yer, ben istemem belediyeyi” dedim.
Gittim neyse İsmail Turan da muhasebeci. Kör İsmail “bu günden itibaren Süray tahakkuk servisinde göreve başlayacak, zaten Kayısı Bayramı da var, orada aktif görev alacak” dedi. Şenlikleri yaptık, oynuyoruz. Boş zamanlarında Bukay Tüzün Mut İdman Yurdu’yla ilgileniyordu. İcracı Tevfik Mekan da başkandı… Bir yıl falan oldu Reis “Süray istifa etsin” demiş…
O ara Sıtkı Soylu Elektrik Su İşletmesi Müdürü, İsmail Turan Muhasebe Müdürü’ydü. Şunu da belirteyim; o mezarlıktaki ağaçlar hep Sıtkı Soylu’nun eseridir. Ben Sıtkı Soylu’dan çok şey öğrendim. Onun araştırmaları ve birikimi çoktu.
İ.A: Süray Abi biraz önce Mut’un o yıllarda tanıtımının üst düzeyde olduğunu söylemiştin, ülke genelinde nerelere giderdiniz, örnekler verir misin?
S.V: Vereyim. Örneğin1968-1969 yıllarında Erzurum’a gittik. (12 Mart Erzurum’un kurtuluş tarihidir) Karaman’dan posta trenine bindik. 3 günde varabildik, her yerde duruyordu. Valizleri, çantaları hazırladık. Gecenin üçünde varmıştık. Altı oyuncu, üç çalgıcı bir de yönetici, 10 kişi gittik. Üç gün orda kaldık. İsmet Atik o zaman orda Ticaret Lisesi’nde öğretmendi. Hatta onun okuluna da oynadık. İzin almadan oynanmazdı. Dernek komitesinden izin alınması gerekirdi. Doğrusu da oydu.
Yine, 15 Nisan Ağrı’nın kurtuluş tarihidir. 1969-1970 yıllarında Ağrı’ya gittik. Orda Musa okuyucumuzdu. Ağrı’da Tahir Dağları aklımdan hiç çıkmaz. Heybetli ve dumandan gözükmezdi. Oraya bir sepet badem götürdük poşetlerin içinde. Oyun bitince o bademleri seyircilere attık. Gülçehre Askerhan Kars Ekibi’nin yöneticisiydi sanırım, eczacıydı, kızı da ekipte oynardı. Dikkat çektiğimiz ve farklı birşey yaptığımız için diğer ekipler bizi kıskanmıştı. “Süray yaptın yine yapacağını” demişti bana. Bende “Abla, zaten senin bademleri ayırdık” demiştim kendisine… Şuan hayali karşımda. O trenler, edilenler, tutulanlar, o günler çok güzel günlerdi.
Devam edeyim, 1970 öncesi yine Ordu’ya gitmiştik. Oranın da festivali var, orada bir hafta kaldık. Bir haftada… Ulusoy otobüsü ile gittik; sorduk, soruşturduk bulduk. Kadınlar, kızlar var orada giriş biletleri alan “biz Mut Ekibi’yiz” deyince kadınlar, kızlar biletleri bizim sahne için değiştirdiler. Bizim gece ful. Püseci İbrahim (Kıbrıs Zeybeği’ni onun gibi oynayan olmazdı) vardı, çok güzel çok iyiydi ekibimiz. Orda tek oyun oynadık. Daha sonra başka bir programda bir oyun bir türkü şeklinde çok güzel bir sahnemiz daha oldu. Püseci İbrahim’in sahne hareketleri ve alınan alkışlar mükemmelden de öte idi.
Bende anı bitmez bak, 50 yıl bu şaka gibi… Yine 1970 öncesi Ankara’da yaz ayında Güneypark Aile Gazinosu’ndayız. Muzaffer Aykıran hem keman çalar, hem okurdu. AP İçel Milletvekili Celal Kılıç babam AP (Adalet Partisi) Mut İlçe Başkanı olduğu için beni tanırdı. Geldi bizi ordan aldı. Adana Asmaaltı Lokantası’na gittik. Gençlik Parkı’nın içinde programa orda devam ettik. Muzaffer Aykıran “Kozan dağı çatal matal” diye başladı… “Devem yüksek atamadım urganı…” diye devam ediyor tabi Celal Abi “dur, devem yüksek değil, devem yümsek” diyeceksin demişti. Hiç unutamam…
Genellikle Ankara Palas Oteli’nde çıkar, oynardık. Üst düzey insanlar gelir giderdi oraya. Celal Kılıç’ta oradaydı. Orada çok güzel gösterilerimiz olurdu. Kızlar bize çok ilgi gösterirlerdi. Bu bizim işimize dört elle sarılmamıza sebep olurdu.
İ.A: Gösterilerden sonra ne yapardınız peki?
S.V: Gösterilerden sonra alırdık şarap şişemizi elimize köftecilerin oralara giderdik, yiyeceğimizi de alırdık, ben güzel salata yapardım öyle dinlenir keyif çatardık.
İ.A: O kadar Fanlar arasında etkilendiğin bir kadın olmadı mı?
S.V: Olmaz mı hiç! Çarşamba ve Pazar günleri aile matineleri olurdu Gençlik Parkında. Bir Pazar aile matinesinde bizim Haşim benim yerime oynuyor. Komi geldi dediki bana “abi sizi iki kadın çağırıyor, dil tarihten” dedi. Tanıştık, tuttuk otelin telefonunu verdik bunlara. Birgün oteldeyim katip çağırdı “telefon var” diye. Traşımızı olduk, Revedor Kolonyası’nı sürdük, oda temizlendi falan… Kapı çalındı “gel” dedim, baktım kızın birisi bir erkekle çıktı geldi. Meğerse kardeşiymiş…
Odada kaset doldurduk. Aradan zaman geçti bu kız tekrar otele gelmiş selamlaştık. Bir kutu da lokum getirmiş. İsmi Mine Uysal’dı sanırım. Yıllar sonra bile birgün Kaymakam Mustafa Korkmaz Dinçer bana Mine Uysal’dan bahsetti ve selamlarını getirdi. Lokumu yedik tabi. Birgünde terliklerle taa Sıhhiye’den otele gelmişti…
Bir de Derya Şenocak vardı asıl adı Betül Dinçer. Halk Türküleri okurdu. Bir düğün salonunda yine ekstralardan kazanıyoruz, 7 kişiyiz. Kuliste 5-6 sazı olan tek bir kadın var. Gündüz bizi seyretmiş doğru yanıma geldi “aile matinesinde sizi seyrettim” dedi ve tebrik etti. Çok güzel bir kadın… Telefonunu avucuma yazdı sahneden sonra… Elimden silinmesin diye takside üflüyorum, aman ha terleyip silinmesin diye. Daha sonra İstanbul’a gitti, yazıştık ama en sonunda koptuk. Etkilendiğim kadınlardan birisi de oydu.
İ.A: Hiç yurt dışına çıkmadınız mı?
S.V: Çıkmaz olur muyuz. Lübnan’ın Başkenti Beyrut’a gittik. Ekip ile birlikte, 1970 evveli hem de. Orda Türkan Sun isminde bir kadın dansöz vardı. Beyrut’un ortasında bir otelde kalıyorduk, kadınlar ayrı otelde kalıyordu tabi. Türkan Sun telefonla beni çağırdı, gittim taksiyle. Bir pansiyonda kalıyordu. Gece geri döndüm ama pasaportum yanımda değildi. Polis durdurdu beni aldılar otele götürdüler. Dilllerini bilmediğim için anlaşamadık tabi. Korktum, gecenin bir yarısı boynumu büktüm. Daha sonra acıdılarda ondan mı bıraktılar onu da bilemiyorum.
İ.A: Oralarla ilgili aklında kalan neler var?
S.V: Çok anı var tabiki de orda Türk Kemal diye birisi vardı, Gümüşhaneli. Oranın vatandaşlığına geçmiş, bizi gezdiriyor. Atatürk rozeti var yakasında. Bizi gezdirirken “Dağ başını duman almış…” marşını bile okuduk taa Lübnan’da.
Yine orada gittiğimiz bir pavyonda olay çıkmıştı. Silahlı ölümlü olaylar. Ben kaçtım tabi. Doğru Türkan Sun’a gittim. Sivil polisler ta orada buldular beni, mahkemeye çıkardılar. Türk Kemal çıktı geldi oraya. Beni aldı çıkardı oralardan.
O zamanlar orada konsumatrislik yapan türk kadınlar çoktu. Şimdi ne durumda bilemiyorum…
İ.A: Abi daha önceleri yarışmalara, gösterilere ve sahnelere ilgi daha yoğunmuş sanki…
S.V: Kesinlikle. 1970 öncesi yarışmalarda heyecan çok doruklarda olurdu. Özellikle Türkiye’yi yurt dışında temsil edecek kapasitede olan ekipler seçilirdi. O zamanlar Turizm ve Kültür Bakanlığı bünyesinde etkin yarışmalar düzenlenirdi. Çok başvuru olurdu. Biz biraz sahipsiz kaldık, yoksa ekip olarak çok iyiydik.
Ama örneğin 1970 evveli yine İnterpol Bürosu Başkomiseri Hamit Koçar; 10 bin metreci Ekrem Koçak’ın kardeşiydi. ODTÜ’ye ait bir düğüne götürdü bizi. Ordan 175 lira para kazanmıştık. O bize sahip çıktı Ankara’da. Bunlar da oldu ama her zaman söylerim genellikle tok gittik aç geldik…
İ.A: Peki Musa Eroğlu ile yolunuz nasıl kesişti?
S.V: Yıl 1968, biz Karacaoğlan Şenliği yapıyoruz belediye olarak. Yahya abi o zaman Belediye Başkanı. Gazi Okulu’nda kına gecesi hazırlıyorduk. Müfit Seymen Mut Turizm Derneği Başkanı, bende İdare Şefi’ydim. O zamanlar Avni Toplu, Hüseyin Sözeri ve saire onlar da yönetimdeydi. Türbenin karşısındaydı Müfit’in yazıhanesi. Yanına uğradım Musa da yanında oturuyormuş. Bizi tanıştırdı. “Ne yapan?” dedim, “saz çalar, türkü söylerim” dedi.
Bunu götürdüm Gazi Okulu’na vardık. Orda klarnetçi Hüseyin’le odaya girdik, biraz çalıştık ve ilk o gün şenlikte birlikte sahneye çıktık. Birgün biz okuyucusuz kaldık. Muzaffer Abi İstanbul’a gitmişti o yüzden okuyucusuz kalınca bizim aklımıza yine Musa geldi. Ondan sonra babamın da Dernek Başkanı olması nedeniyle Golizli Ali’ye “git, Kumaçukuru’nun yaylasına Gani Minni’ye selamımı söyle, Musa’yı da al gel” dedi.
Baykal vardı onun da bir motoru vardı; o Musa’yı getirdi. Bizim evde yemekteyiz babam dediki “Musa, çocuklar yarın Ankara’ya gidiyor, sen de gideceksin” dedi. Musa “Ben edemem Dayı” dedi. Babam “eğer babandan izin gerekiyorsa ben alırım” dedi. Musa “o zaman tamam” dedi. Ertesi gün bindik Ankara’ya vardık.
Japon Aile Çay Bahçesi’nde programımız var, Gençlik Parkı’nda. Oyunların bir kaçını oynadık. Zeytin Dalları Zeybeğinde türküye girecekti heyecandan aklına gelmedi heralde. Musa “ben size demiştim edemeyeceğim diye” dedi… Japon Aile Matinesi’nde de bir gün fasıldan sonra çıkardık Musa’yı… Golizli Ali, Abdurrahman falan… Musa “ilk türküm Mersin dolaylarından” dedi ve “Mersin Bana Zindan Oldu”yu okudu. Buna Mut türküsü oku diye dürttük. “Gün görülmez çınarların dalından, Kimse bilmez biz Mutlunun halinden” diye anons ederek girdi (Acem Koşması).
“3. ve son türküm yine Mut dolaylarından “Yatamadım Gasavetten, meraktan” dedi. Herkes tempo tutmaya başladı. Bak işte bu dedik. Yapacağın bu dedik…
Tabi daha sonra birçok yerlere gittik birlikte. Kışın Soğukoluk’ta çalışırdı. Gelirdi sağa sola birlikte giderdik. Sultanhisar’a, Ağrı’ya, Samsun gibi bir çok yere birlikte gittik.
Buraya festivallere geldiği zaman 2. veya 3. türküsü “Tek Zeybek” olurdu ve beni mutlaka anons ettirir o çalar ben oynardım. Hatta bir defasında da şuan Anadolu Ateşi’nde olan Oğuzhan Özel ile birlikte oynamıştık.
İ.A: Severek oynadığın, kendini bulduğun oyun hangisi desem…
S.V: Benim bir tavrım var “Tek Zeybek” işte Süray Vural orda vücut bulur. “Aman çıkabilsem, yavrum çıkabilsem, ben o yarin köşküne, köşküne vay…” Bu zeybekte ben kendimi bulurum. Ben “Kıbrıs Zeybeği”ni İbrahim Püseci gibi oynayamam ama o da “Tek Zeybeği” benim gibi oynayamaz. Raşit’in de ayrı bir tavrı var onu da söylemek lazım…
İ.A: Ya en zoru?
S.V: En zor zeybek “Çay Zeybeği”dir.
İ.A: Süray Abi bir de şu havalarımızın anlamları ile ilgili tartışmalar var…
S.V: Yıllardır bu yüzden onlarla mücadele ediyorum zaten. 1980’li yıllarda Gazi Üniversitesinde Ahmet Çakır ve Türker Eroğlu ve Kültür Bakanlığından yetkililer vardı. Orda çıktık yukarıya. Soru cevap şeklinde olacak. Bana neyden başlayalım diye sordular. İyi dedim Keklik’ten başlayalım. “Siz diyorsunuzki Mut kalesi, Silifkeliler Silifke kalesi diyor” Ben de bilmediğiniz birşey daha var dedim, Anamurlular oynarken ne derlerdi biliyor musunuz? Nerden gelirsin Anamur pazarından der. Peki bunun hangisi doğru dedi bana bende “Üçü de sahtekarlık” dedim. Bana Zirzop kalesinin nerde olduğunu sordu. Ben de ona siz bana “aslı yok yaylasının nerde olduğunu söyleyin ben de size zirzop kalesinin nerde olduğunu söyleyeyim” dedim.
Bir de şu portakal olayı: “Kaçar tane portakal yerseniz doyarsanız? Bu dalda yetişen portakal değil” dedim. “Siz iki portakalla doyarsınız ne diyor türkü portakalı soyamadım yemesine doyamadım, portakalım taş üstüne kalem oynar kaş üstüne, ne söylersen baş üstüne. Buradaki portakal tabiri caizse avratların biciğine denir” dedim. Anlattım tabi bunları. Daha sonra Sakarya Üniversitesine davet ettiler, bir hafta orada kaldım. Çok da iyi ilgilendiler benimle. Türker Eroğlu beni Nevşehir Yüksek Okuluna da çağırdı oraya da gittim, orada da anlattım. Konya’ya Sağlık Meslek Lisesine gittim oradada anlattım…
Bu konuları geniş bir biçimde YAKTIM MANGALIMI (Hanım Ayşa) adlı kitabımda işledim.
İ.A: Halk Oyunları’na mahsus şunu beceremezdim dediğin bişey var mı?
S.V: Olmaz mı var tabi. Benim dışımda ekiptekilerin hepsi süper kaşık çalarlardı. Ben o kadar çalamazdım.
İ.A: Abi kahrettiğin birşey mi oldu son zamanlarda?
S.V: Evet İbrahim oldu. Benim yaradandan başka hiç kimseye borcum yok, yok… Cenabi Allah beni sınav ediyor belki; ana yok, baba yok, avrat yok, para yok; bütün yokları bana toplamış sanki… Buna rağmen beni yaradana binlerce şükür, ha herkesten de fazla inançlıyım.
“Benzemez dostluğumuz,
Yıldızların kuşların dostluğuna.
Kuşların dilinden ağaçlar anlar,
Yıldızların bulutlar
Ömür kısa gelir 7 karış boyumuza
Dizleri terli gözleri tuzlu dostlar,
Merhabanız yeter bana…” Ben buyum abi…
İnan şu Mut’ta kendimi bedava satılığa çıkardım; folklorik anlamında ama alan olmadı. Bana bir kapının göbeğini bile çok gördüler.
“Yiğidi kılıç kesmez, bir acı söz öldürür.
Köpekler istedi diye atlar da ölmez…”
Bir kaç şey daha yapmak istiyordum onu kursağımda koydular. Söylemediğim sözleri söylemiş gibi söylemeleri de ayıp. Benim küfrettiğimi duyan hiçbir öğrencim olmamıştır, ben küfürbaz birisi değilim ki… Ne bağırdım ne çağırdım beni bilen bilir…
Bak, Başkanın eşi de benim öğrencimdi, o da beni bilir.
Murat Orhan zamanında 5 yıl o belediyenin önünden geçmedim ben. Benim meselem plaket meselesi değil. Folklörün Oskar Ödülünü aldım ben Ankara’da, onu demek istiyorum…
İşe bakar mısın; bir Cumartesi günü benim bürodaki eşyalarımı bir zabıta arabasına yüklüyorlar ve bazı belediye çalışanları diyor ki “Süray Hoca nerdeyse oraya eşyalarını bırakın, orayı Kermes’e verdik falan filan” diyorlar. Bunlar yakışık almaz gerekçeler… Laf mı bu yani… Bunu kendime hakaret kabul ediyorum… 9-10 Nisan 2015 tarihleri 50 yıllık folklör yaşamımın unutamadığım en kötü günleridir. Ha beni oraya çağıran Nebi Yılmaz’dır…
İ.A: Çok içerlemiş gibisin…
S.V: İbrahim, içim neyse dışım da o benim… Bana sahip çıkacak adamın kapasitesi olacak! “Burayı ben mi yapacağım yoksa bir başkası mı?” dedim anahtarı değiştirmişer. Nebi Yılmaz’a vardım. “Hocam belediyeden kaynaklanıyorsa çözerim, ekipten kaynaklanıyorsa soralım” dedi. O zamana ait bütün faturalar da elimde bunlardan her şey beklenir diye tutuyorum.
İ.A: Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun peki?
S.V: İbrahim, belki buralarda bişey değilim ama başka yerlerde yerimiz var. Şunu da belirtmeliyim: Mersin’de hastanede yattığım dönemde ziyaretçi akını oldu. Bunun için Turgay Nizam ve Arif Delice’ye çok teşekkür etmem gerekir. Hasta bakıcı bile bana ziyarete gelenlere çok şaşırmıştı. İçinde Mut’lu azdı onu da söyleyeyim. Daha fazlası Mut dışındandı. Gelen ziyaretçiler içinde öğrencilerim vardı, her öğrencimin de bir hikayesi vardı. Mesela bir kız vardı geldi ona 55 defa çöktürmüşüm Mersin’de kurs verdiğim zamanlarda anımızı paylaşırken o gün karnım çok açtı hocam deyince yaptıklarım zoruma gitmişti.
İ.A: Abi şuanda neler yapıyorsun?
S.V: Dışardan davetler alıyorum kişisel olarak onlara gidip geliyorum. Örneğin Haziranın ilk haftası Denizli’ye davetliydim.
İ.A: Abi 50 yıl geçmesine rağmen hala uğraşıyorsun?
S.V: Nasıl bırakabileceğimi bir bilebilsem…
İ.A: En çok sevdiğin ve dinlediğin şarkı hangisi desem?
S.V: En sevdiğim şarkı: Müzeyyen Senar’dan “Benzemez Kimse Sana” adlı şarkıdır.
İ.A: Ömründe umutların gibi uzun olsun Süray Abi, bu güzel söyleşi için sana teşekkür ederim.
S.V: Rica ederim, ilgin için ben teşekkür ediyorum demek ki benimle ilgilenen varmış…