Çarşamba günü Ali Canbaz’ın konuğu olarak Feslikan yaylasında kırkımdaydık.
Önce Ali’nin oğlu Mehmet sanal dünyadan haber etti, abi, Çarşamba günü kırkım var, Şafak ablamla gelin, diye. Sonra Ali aradı telefonla, kırkıma beklerim, diye.
Yaylalara davet olunur da gidilmemi, Şafak, İl Tarım Müdürlüğünden eski mesai arkadaşlarım Münir Öztürk ve M. Yavuz Çolak ile birlikte Çarşamba sabahı erkenden düştük yola.
İlk durağımız Taşkent parktı. Çaylarımızı yudumlarken gezgin, fotoğrafçı arkadaşım Hüseyin Muşmal ve Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi öğretim üyesi arkadaşları çıkageldiler. Onlarla kısa bir sohbetten sonra yaylaya doğru yola düştük. Aslında o yollardan iki hafta önce yine geçmiş, Ali Canbaz’ın obasını bulamadan geri dönmüştük. Aslında biraz daha gitsek varacakmışız obaya.
Belpınarı Belinden sağa dönüp kar çukurlarına ine çıka Taşeli platosunda ilerlemeye başladık. Karşımıza önce Mesut Gök’ün çadırı çıktı. Kezban cadım çadırdaydı, Mesut’un da kırkımda olduğunu söyledi.
Küçük bir tepeyi aşınca Ali Canbaz’ın çadırını ve kalabalığı gördük. Nazlı cadım koşarak karşıladı bizi. Kırkımcılar yorulmuş, kahvaltı yapıyorlardı.
Ali, geniş bir alanı çevirmiş, üzerini beyaz bir branda ile örterek gölgelik yapmıştı. Karakeçiler bu gölgelikte kırkılıyorlardı ama bu platonun sıcağından kaçmanın yolu yoktu. İşi biran önce bitirebilmek için çocuklar bile kırkım yapıyorlardı. Ali’nin eşi Urkiye ile, Nedim Candan’ın eşi Emine’de kırkımcılar arasındaydı.
Özlem cadım küçük bir taşın üzerine çıkmış, kırkımcıları seyrediyordu. Onu ne zaman görsem içim yanar. Genç, güzel bir kız ama küçükken geçirdiği bir havale nedeniyle duymuyor, konuşmuyor. Ama karşısındakinin hareketinden ne demek istediğini hemen anlıyor. Nazlı her zaman ki gibi cıvıl cıvıl bir çadıra gidiyor, bir kırkımcıların yanına geliyor, dağılan keçileri topluyor.
Şafak çayı hazırlamış, çadıra gidiyoruz. Çadır dışarıya göre nisbeten serin. Leyla Alpay arkadaşımın gönderdiği çanta ve kitapları Nazlı’ya veriyorum. Ayrıca defter ve kalemler de var çantanın içinde, bunları kardeşlerinle paylaş, diyorum. Olur, diyor, gözlerinin içi ışıl ışıl.
Bir de küçük konuğumuz var çadırın içinde, Tusem. Mesut’un kızı. Yani adının tersini kızına isim olarak koymuş Mesut. Müthiş ürkek Tusem, makinayı görünce yüzünü kapatıp ağlamaya başlıyor. Onun bu hali Ayşe teyzesinin ilk çocuğu İlknur’u hatırlattı bana. İlknur’da onun yaşındayken makinayı görünce basıyordu çığlığı. Şimdi çadıra vardığımı görünce koşuyor, Zeki dedem geliyor, diye.
Onca işinin arasında Urkiye cadım, kendi dokuduğu küçük bir azık torbasını armağan etti.
Kırkım yemeğini Nedim ile eşi Emine hazırladılar. Yemekten sonra Hadim sapağına kadar, vadi boyunca yerleşmiş yörük dostlarımızı ziyaret ede ede döndük.
Zeki OĞUZ
2 Ağustos 2018