DOLAR
34,9466
EURO
36,7211
ALTIN
2.977,22
BIST
10.125,46
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Mersin
Çok Bulutlu
14°C
Mersin
14°C
Çok Bulutlu
Pazar Hafif Yağmurlu
11°C
Pazartesi Açık
16°C
Salı Açık
16°C
Çarşamba Açık
18°C

Nevruz ÖZCAN

H/İÇSEL YOLCULUK

ÖZSU

18.10.2018
A+
A-

Yıl 2003…
Komşu mahallede görev yapan bir güzel öğretmenle sohbetler ederdik.
Mut’a tayini çıkınca söyleşilerimiz de haliyle zorlaşmıştı.
Tahminen 2005-6 yıllarında hocamı okulunda ziyaret etmiştim.
O da zaten öğrencilerine benden bahsetmişmiş, kaynaşmıştık hemen çocuklarla.
Gün boyu sınıf sınıf gezip şiir okumuştum.

Ertesi gün için bir gezi planı yapıyorlardı Silifke’ye.
Benim de kendilerine katılmamı istemişlerdi.
Geziye hazırlıklı olmadığım için, denize girme şansını kaçırmıştım.
Denizi görsem, kumsala dokunsam, o ortamı yaşasam bana fazlasıyla yeterdi!
Kot-badi hırka şeklinde hazırlanmıştım.

Silifke-Mut arası inanılmaz güzel manzaralarla süslenmiş; ormanlık alanlar, kanyonlar, dağlar, dik kayalıklar, Göksu Nehri…
Silifke’ye yakın bir yerde de, 1. Frederik Barbarossa, anıt mezarından, Haçlı Seferleri’nde geçemeyerek sularında boğulduğu Göksu Nehrinin, zamanla el ele verip, kayalar ve topraklar üzerinde oluşturduğu şahane bir kanyonu izlemekle yetiniyor şimdi.
Gayet eğlenceli bir yolculuktan sonra Silifke’de bir parkta mola verip kahvaltımızı ettikten sonra sıra deniz sefasına gelmişti, Susanoğlu bizleri bekliyordu.

Bir kenara oturmuş çocukları, dalgaları, denizi… izliyordum. Denizi görmek yetmedi tabii. ”Ayağımı bari sokayım suya” dedim, sıvayıp dizlerime kadar pantolonu, girmiştim suya. Evet bir süre sonra o da yetmemişti.. Yedekte çamaşırım da yoktu. Nihayetinde dayanamayıp öylece girmiştim denize!

Deniz sefasından sonra sıra Cennet-Cehennem’ obruklarına gelmişti. Bu konularda somut bilgiler veremiyorum. Sadece gözlemlerimi aktarıyorum.
Cennet ve Cehennem, iki ayrı büyük çukurlardan oluşmuş. Bu çukurların içinde orman ve oldukça büyük bir mağara var. İlk önce Cehennem’e gittik (!) ve ancak yukarıdan bakabildik, çünkü aşağıya iniş yolu yoktu. O yüzden Cehennem’in dibine gidememiştik.

Cehennem’i beğenmedik, Cennet’e gittik.. Oraya giriş yolu vardı. Dört Yüz Seksen basamak aşağıya, çukur içindeki ormanlık alanlardan indik. Basamaklar düz, kaygan, sert, büyük, küçük, kısa, uzun… gibi değişiklikler gösteriyordu. Kuş sesleri o güzel çukuru doldurmuştu. Sesimizin yankısı da kuş seslerine karışıyor, aşağılara indikçe artıyordu. Mağaranın ağzına geldiğimizde, orada bizi ufak bir kale bekliyordu. Mağara, aydınlatma sistemiyle aydınlatılmıştı; her ne kadar etkili olmasa da. İndikçe ortam serinledi, serinledi… En sonunda tavandan sular damlamaya başlamıştı. Tabii benim elbiseler de ıslak olduğu için olağandan daha soğuk geldi bana. Tabanın bazı yerleri kaygan, bazı yerleri yapışkandı. Bu bana tuhaf geldi ama neyse. Doğanın bir bildiği vardır değil mi?

Kızın biri elimden tutmuş beni karanlığa doğru götürmeye çalışıyordu. Dediğine göre mağara o noktada bitmiyordu. İlerden su sesi geldiğini söyledi, ben duymuyordum. Karalıkta denge sorunu yaşadığımı söyledim, beni bıraktı gitti o karanlığa doğru. Az sonra diğer öğrencilerden bazılarıyla birlikte o karanlıklardan geldiler. Orada bir dere olduğunu ve çok güzel olduğunu söylediklerinde, cesaret edemediğim için utanmıştım. Aklıma da şu soru takılmıştı: “Acaba dere kenarında Huriler de var mıydı?”

Dört Yüz Seksen basamak da çıkışı vardı ki, ömür gitti ömürlerden! Bir de yanımdaki öğrencinin esprileri vardı. Güleyim mi, tırmanmaya mı çalışayım şaşırmıştım!
Demiştim kendi kendime: “Bir dahaki sefere el feneriyle, fotoğraf makinesiyle gideceğim! Ve mayoyla da tabii! En azından yedek çamaşırla..”
(Hâlâ el feneriyle Cennet-Cehennem’e ve o dereye gidemedim.)

Sonra Astım Mağarası’na girerken bir yangın merdiveninden Altmış basamak kadar aşağıya inmiştik. Buranın aydınlatma sistemi çok güzeldi. Merdivenler düzgündü ve hatta aralarda betondan yollar bile vardı. Tavanda da bir takım şekiller vardı. Sarkıtlar ve dikitler çok etkileyiciydiler! O kadar etkilendim ki, bir ara gözlerimin dolduğunu hissettim. Kalbim küt küt atıyor, içimdeki coşkudan çığlık atmak isteğiyle doluyordum. Orada da nemden dolayı tavandan, Cennet’tekine göre daha fazla su damlıyordu. Orası bana bir labirentmiş gibi geldi ama sanırım çok dolaştığım içindir. Üzerimdekiler de hâlâ ıslaktılar ve ben burada da üşümeyi sürdürmüştüm.
Oradan da Kızkalesi’ne doğru yola çıkmıştık. Kaleye gidişimiz iptal edilmişti, üzülmüştüm buna.
Öğle yemeğinden sonra çocuklar denizin tadını ikinci defa çıkarıyorlardı. Acayip rüzgar vardı ve ben en çok burada üşümüştüm.

Vakit ikindiyi gösteriyordu, ve biz artık geri dönüyorduk. Minibüste hocamın yanındaydım. Dalıp dalıp gidiyordum uzaklara. Hocam fark etmiş, sebebini sormuştu. Bense tüm bu gördüklerimin bende oluşturduğu duyguyu nasıl tarif edebileceğimi düşünüyordum.
Cennet’e iniş-çıkış, Astım Mağarası’nın içi daha güzeldi. Astım Mağara’sını daha çok beğenmiştim. (sanırım bu düşüncede Cennet’teki dereyi göremememin etkisi vardır.)
Aşağılara inerken, insanın aklına gelmeyen, hissetmediği bir duygu çeşidi kalmıyor. Gerek Cennet’e, gerekse Astım Mağara’sına girişi ancak insanın kendi iç dünyasına yaptığı yolculuğuyla benzeştirebilirim.

İnsanın kendisiyle hesaplaşması hem heyecan, hem korku, hem heves, hem merak… doludur. Bazı insanlar korktuğu için geri dönebilir. Bu doğal mekandan bu benzeştirmeye alabildiğim en önemli ayrıntı da, insan kendi iç dünyasına yapacağı yolculuktan dönmezse, en derinde ferahlığın, mutluluğun, huzurun… simgesi olan, bir akarsuyun var olmasıdır! İnsan kendi içindeki akarsuyuna ulaşabilirse, yaşamının kaynağını da bulmuş demektir!

İşte o zaman o kişinin sırtını yere getirebilecek hiçbir şey tanımıyorum! Ben Cennet’teki dereyi göremedim ama, kim bilir belki bir gün…
Ama en azından var olduğunu biliyorum değil mi?
Şimdi, yıllar sonra içimdeki akarsuyumun çağıltısından uyuyamıyorum..
Çok yaklaştım.

ETİKETLER:
Yazarın Diğer Yazıları
30.10.2018
22.07.2019
25.12.2018
31.12.2018