Geçen perşembeydi, birkaç arkadaşa “Sertavul’a gidelim” dedim. Birisi “Ben donarım” dedi, birisi “hey” dedi, birisi “huy” dedi, kimisi “hey huy” dedi, ben de biraz hüzünlenerek, inadına doya doya da özgürleşerek, bir başıma çektim gittim.
Önce doya doya çalıştım; bahçeyi belledim, hortumları topladım, suyu kestim, suları boşalttım…
Sonra bir mantar buldum, kavak mantarı. Kesik kavak kütüklerinde olur. Ama bizim bahçede, kesik bir ceviz kütüğünde. Tanıyorum…
Sonra maydanoz, nane ve ekşikulak topladım…
Sonra lahana, biz geleli daha bir dürülmüş, soğukla kütür kütür olmuş, ille de batırık…
Sonra doya doya ceviz başaklama, doya doya ceviz yeme…
Sonra nasıl da irermiş, nasıl da kızarmış, sanki benim için saklanmış teğlerinin arasına, bir domates. İnsan bir tek bunu yemek için bile gelir taa Mut’tan! Vallahi!
Sonra dalların ucunda kala kala en çok güneşli, soğuğu yedikçe gevremiş, tadının doruğunda elma, armut…
Sonra yaprakları dökülmüş ama kendisi kalakalmış üzüm; nasıl olsa gelir diye bir aydır beni bekleyen, giderek de son umudunu yitirmek üzere olan birisi gibi…
Sonra geçici insansızlığım, insansız dinginliğim…
Sonra poyrazımsı bir havada güneşin sıcacıklığı, sonbaharın kışa salınışı, sallanışı ve de direnişi, hatta yeniden sonbahar için direnmeyişi…
Ey benimle gitmekte nazlanan sevgili arkadaşlarım!
Yaşadık diyebilmek için bunlardan daha güzel ne olabilirdi ki?..
Siz olsaydınız kesin bir şey daha olurdu ama…
Evin önündeki ocağa ateş çokuturduk…
Doğa, türkü ve şiir konuşurduk…
Dört mevsim bir arada…